“‘Sarah! Sarah!’ haykırışlarıyla araba Louvre’u geçti, Rue Duphot’ya ulaştı, Sarah’nın
oturduğu ufacık daire orada. Kapının önünde kalabalığı tekrar selamladı genç kadın. O geceki başarısı muazzam, kalbi coşkulu. 18 Şubat 1868. Bu geceyi asla unutmayacağım, diye mırıldandı kendi kendine… Alıkoyduğu buketin üzerine takılı nesneye sağ elinin
ortaparmağını sürttü hafifçe. Aziziye kostümlü, koyu renk fesli genç Türk’ü hemen tanımıştı: Şemsi. İpe tutturulmuş bir amber yüzük duruyor bukette, üzerinde Arap harfleri kazılı, montürü gümüş, çok zarif bir yüzük.”
20 yıl sonra. 1888, İstanbul, Osmanlı devletinde üst düzey bürokrasi görevlerinde bulunmuş bir aileden gelen Şemsettin Efendi, Şemsettin Molla Bey. Hem “molla” hem “bey” ünvanını kullanabilen ender kişilerden, çünkü hem medrese mezunu bir din alimi, hem de tıp mezunu bir doktor. 20 yıl önce Paris’teyken, sahnelerde ve özel hayatında fırtınalar estiren, tüm dünyada hayranlar kazanan, güzeller güzeli Sarah Bernhardt’ı tanımış, sevmiştir. Ve Sarah Bernhardt, dünya turnelerine çıktığında tek kelime Fransızca bilmeyenlerin bile sırf onu görmek ve sesini duymak için salonları doldurduğu, skandala kulak asmayan, başına buyruk yaşayan, o efsane kadın, tiyatronun ilk uluslararası “diva”sı, 1888 yılındaki Avrupa turnesinde ilk defa İstanbul’a gelir. Bu geliş iki eski sevgiliyi nerelere götürecektir?