Müslüman Site, ilk basımından altmış yıl sonra, Ahmet Arslan’ın derin felsefi bilgisinde demlenen bir çeviriyle okurlarla buluşuyor. Katolik bir rahip ve Yeni Thomascı bir kültür filozofu olan Louis Gardet, Müslüman dünya ile Batı arasında gerçekleşecek bir diyaloga katkıda bulunmasını ümit ettiği Müslüman Site’yi, “Müslümanların kalbinde somut olarak yaşanan İslâm’a yeni bir yaklaşım tarzı” olarak takdim eder. Müslüman Site adı, bir yandan Hıristiyan “Tanrı Sitesi”ne naziredir; diğer yandan da amacı bütün dünyayı kuşatmak olan Müslüman bir kaleye işaret etmektedir. Bu yüzden, MüslümanSite’nin konusu, bir din, bir dogmalar sistemi, hukuksal bir yapı olarak İslam değil, Müslüman bir toplumsal hayatın örgütlenmesinin genel çerçevesi olarak; başka deyişle kendine özgü kuralları, armaları olan bir toplumsal varlık olarak İslam’dır.
Gardet, İslam’ın İslam olarak siyaset felsefesinin ne olduğu sorusunu, Müslüman Site’nin ruhunu teşkil eden Müslüman değerleri, Batı’nın Hıristiyan veya Hıristiyanlıktan uzaklaşmış siyaset felsefeleri ile karşılaştırarak ele almaktadır. Gardet’nin haklı olarak işaret ettiği gibi, “ideal tipinin tüm görünümünde ‘Müslüman Site’ yeryüzünün hiçbir köşesinde mevcut değildir.” Tam da bu nedenledir ki, ideal Müslüman Sitenin tek gerçek mekânı, Müslümanların, Kuran’ın öğretileriyle damgalanmış ve Peygamberin dünyevi ve tinsel yönetimi ile mühürlenmiş kolektif hafıza ve tahayyülleri olmuştur. İslam’da, ontolojik hiçbir değerinin olmaması nedeniyle insan, Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir hak ve özgürlük öznesi olarak değil, Tanrı’nın kulu, kölesi olarak kavranmaktadır. İnsan, İslam’a göre ontolojik bir hiçtir. Gardet, bu kavrayışı anlamaya çalışmaktadır. Bir dilenci ile bir halifeyi müminlik düzeyinde eşitleyerek, bütün Müslümanları birbiriyle akraba kılan bu kavrayış, ayrıca, Müslüman Sitesindeki tek mümkün hiyerarşinin, neden toplumsal değil, ancak idari bir hiyerarşi olmak zorunda olduğunu da açıklamaktadır. İslam’da, Gardet’nin ifadesiyle, “her otorite Tanrı’nın otoritesi olduğu, Tanrı ise kadir-i mutlak olduğu ve insanların göremeyecekleri, anlayamayacakları yollarla eylemde bulunduğu için, bir iktidarın meşruiyetinin ilk garantisi bizzat başarıya ulaşmış olma olayının kendisidir.” Bu, otorite ve iktidar arasında hiçbir ayrım olmaması demektir.
İslam geleneksel hukukunun, “zorunluluk yasası” adı altında meşrulaştırdığı bu kavrayış, Müslüman hafızaya, sitenin yönetimi nihai olarak Tanrı’ya ait olduğu için, yöneticilere itaat etmenin Allah’a itaat etmek olduğunu kaydetmektedir. Bu yüzden, “Müslüman cemaati pozitif ‘adalet’ kavramına o kadar bağlı olmasına rağmen, üstün gelen ve başarıya erişen güce hemen her zaman doğuştan bir saygı duymuştur.” Bu kavrayış ayrıca ideal ile gerçeklik arasındaki gerilimde sıkışıp kalan adalet ilkesinin yerine istikrar ilkesinin ikame edilmesine yol açmıştır. Böylece, Tanrı’nın iradesine itaatin göstergesi olarak algılanan yöneticiye itaat, statükoyu korumanın bir aracı haline gelmiştir. Nihayet Türkçeye çevrilen bu kitap, İslam’ın siyasi değerlerinin etkinleştiği kendi toplumumuzun ve Ortadoğu’nun bugün hâlâ devam eden krizini anlamamız için hayli zengin ve verimli bir kaynak mahiyetindedir.