“...Felsefe tarihinin bize gösterdiği şey, Aklın gücüyle nesnelerin varlığına, doğaya ve ruhun varlığına, Tanrı’nın Varlığına sirayet eden ve bizim için en yüksek hazineyi, mantıklı bilginin hazinesini kazanmış olan soylu akılların birbirlerini peşi sıra izledikleri bir düşünce kahramanları galerisidir. Bu tarihin olayları ve eylemleri, bu nedenle, kişilik ve bireysel karakterin içeriği ve konusuna büyük ölçüde girmeyecek mahiyettedir. Bu bakımdan Felsefe tarihi, siyasi tarihle bireyin mizacının özelliğini, yeteneklerini, duygularını, karakterinin gücünü veya zayıflığını ve genel olarak bireyi eylemlerin ve olayların konusu olarak ele alması nedeniyle çelişir. Felsefede, belirli bir bireye ne kadar az meziyet ve erdem atfedilirse, tarih o kadar iyidir ve insan olarak insanın evrensel karakteri babında düşünceyi ne denli özgür olarak ele alırsa, özel nitelikten yoksun olan bu düşüncenin de üreten etmen olduğuna o denli parmak basar. Düşünce eylemleri ilk bakışta bir tarih meselesi olarak ve dolayısıyla geçmişte ve gerçek varlığımızın dışında görünür. Ama gerçekte, bizler tarih boyunca olduğumuz şeyiz: ya da daha doğrusu, Düşünce tarihinde olduğu gibi, göçüp giden sadece bir taraftır, bu yüzden şu anda, kalıcı bir mülkiyet olarak sahip olduğumuz şey esasen bizim Tarihteki yerimizdir...”