“…Görüp dokunduğum şeyi değil de, görüp algılayabildiğim şeyi daha fazla seviyorum.
İşte anlatmaya çalıştığım da biraz budur. Eski insanların, sezgilerine yüklenerek çevre ve çevrenin onlar üzerinde yarattığı etkileri kutsayıp totem haline getirmeleri boşuna değilmiş. Bilimin bin yıllar sonra kabul ettiği bir algı olarak insan biyokimyasının çevreye uyum süresi altı kuşakmış. Genetik sınırları da bir o kadarlık zaman süresi alır. Anlam yanlısı insanların içine kültür ve gelenek katarak ismine tarih dedikleri şey, bu anlamıyla da oldukça dikkat çekicidir. İnsan biyokimyasının büyük oranda bağlı olduğu beslenme ve beslenmenin ekolojik ilişkisi kesildiğinde, insanda hastalıkların baş göstermesi boşuna değilmiş.
İnsanlar için iki bölüme ayrılan genotip ile fenotip faktörler aslında bir bütündür çünkü insan dışında aynı yasaya bağlı olan başka canlılar da vardır. Bütün bu canlıların ortak ve bütünsel hallerinin insanı belirlediğini düşünmek daha doğrudur. Dolayısıyla her mekânda görülebilen, hissedilen ve beslenilen canlıların yaşadığı zemin kadar bunlardan etkilenmesi söz konusu değildir.
Altı kuşaklık süreç kök hücre gibi insanı belirler.
Eski insanlardaki ülke sevgisinin biraz da bu gerçekliklerle bağlantısı vardır.
Bir şiir esinlenmesinin ilk elden şairin algısında yerleşme biçimine benzer. Sonrası taklit ya da aynı şeyi ikinci defa aynı güzellikte algılama zorluğu gibi bir şeydir. Çevre, toprak ve insan ilişkisinin semiyotik olarak anlam kazanıp, ülke ve halk olarak ifadeye kavuştuğunda ikisinden kopan bir kişiye ağır ithamlar kullanılması da bununla bağlantılıdır. Ülkeye ihanet onun için bu kadar lanetlenmiştir…