Her şeyin `çok` ve kalabalık olduğu, yoksulluğun bile bölüşüldüğü yıllar. Ninemizin kuşağından çıkardığı şekerler gibi tatlı, ağızda eriyen ama tadı damakta kalan şenlikli yıllar. Her şeyle dost olunabileceğini öğreten insanlar… Güzelim, kalender meşrep eski İstanbullular… Geceleri peşlerinden koştuğumuz ateş böcekleri, kokulu otlar, katırtırnakları, çayırlar, top koşturduğumuz sokaklar, nohut oda bakla sofa evler… Hepiniz nereye gittiniz? Her nereye gittiyseniz, çocukluğumuzu da oraya sakladınız. Sokak sokak dolaşsak, iz sürsek, İstanbul’un en yaşlı erguvanını bulup sorsak, mesela Yeldeğirmeni’nden başlasak…
Rüzgâr Ceyda Alpak, İstanbul’un tarihi semtlerinden birini; çocukluğunun Yeldeğirmeni’ni anlatıyor kitabında. Her birinin sonu denize çıkan yokuşlu sokaklarını, sinagogları, havraları, sokaklar dolusu çocukları, güzelim komşulukları ve insanları… Sünget, Emek, Demirciyan, Menase, Valpreda, Ekşioğlu apartmanlarını… Uzunhafız, Ortaç, Yeşilay Sokak, Paris Mahallesi’ni… Agop, Terzi Salamon, Bekçi Selo, Kunduracı Yorgo, Ahmet Abi, Dursun Amca ve Ester Teyze’yi… Bir sokak düşünün ki, çeşit çeşit, boy boy çocuklarla dolu; Yosef, Javid, Haupt, Salamon, Marry, Ali, Özlem, Rüzgâr, Sedef, Rojda, Avşin, Baran, Bendo, Çerko’yu anlatıyor Alpak. Bir kitap düşünün ki, yaşanmış hikâyelerle bezeli, ancak kurgu olsa bu kadar güzel olur.
Yeldeğirmeni Öyküleri, birer edebi metin olarak da okuru kıskıvrak yakalayarak, Yeldeğirmeni’ne ve yazarın tanıklığına hayran bırakacak denli etkileyici. İnsan, kitabın son öyküsünü bitirince düşünmeden edemiyor; yazılacak ne çok hikâye, yaşanacak ne çok semt, sevilecek ne çok insan var. Hayat çok uzun değil. Dün, yalnızca bir adım ötede, ‘Son’ yazısı perdede belirip film bitmeden, yazar bizi Yeldeğirmeni sokaklarına çağırıyor. Çay içip simit yemeye ve sokaklarından vapurlar geçen çocukluğumuzla buluşmaya…