Bir savaş başlıyor, tarafların mücadelesi ile sürüyor ve nihayetinde kimileri için olumlu kimileri için ise olumsuz olarak sonuçlanıyordu. İnsanlar, canlarını dişlerine takarak güçlerini savaş meydanına aktarıyor; kimileri ölüp giderken kimileri zafer kutlaması yapıyor ve savaş bitiyordu.
Savaş bitiyordu lakin savaşın getirdikleri yahut götürdükleri, onunla birlikte silinip gidebiliyor muydu? Ağaçların yara almış gövdeleri, bir gün kavuşur muydu? Evlerin duvarları ve bahçe çitleri kendiliğinden onarılır, eskisi gibi olur muydu? Üzerinde atların dörtnala tepindiği ve askerlerin ayakları altında ezilen arazilerde yeniden otlar biter miydi? Savaş fiilen bitse de insanların zihninden silinir miydi?
Peki ya bu savaş, verdiğimiz yaşam savaşı olsaydı, durum değişir miydi? Yaşam ile insan arasında doğan savaş, hepsinden de çetin geçerdi. Zafer yahut yenik düşme ile nihayete eren bu mücadelede kazanan da kaybeden de yine insan olurdu. Peki gövdesi zarar gören ağaç, bir daha bitmeyecek olan otlar ve duvarları aşınmış evler?.. Yaşam savaşında bunların hepsi, insanda toplanırdı. Savaş gelip geçer lakin insanlık muhakkak bir şeyleri kaybederdi.
Yaşam Savaşı, Charles Dickens’ın diğer eserlerine kıyasla daha geri planda kalmış ve popülerlik düzeyine ulaşamamış olan romanıdır. Zira insanlık, bazen en çok ihtiyacı olanı ve kendisinden izler taşıyanı görmezden gelebilmektedir!
Dickens, savaşı bir metafor olarak kullanır ve anlam dünyasının kapılarını sonuna kadar açık tutar. Okur, Yaşam Savaşı’nın içerisinde kendi mücadelesi ile yüzleşmeye bırakılır.