Dostoyevski, İnsancıklar’da, "Çok tuhaftı, ağlayamadım. Ama ruhum paramparça olmuştu." der ya. İçinde bulunduğum hal tam olarak o. Acı, sübjektif bir his. Kurşunun girdiği tenle, o sahneyi gören kişiden hangisinin daha fazla acı çektiğine peşin bir yargıyla karar veremeyiz. İnsan oturduğu yerde bile dişi kerpetenle çekilir gibi, etinin parça parça koparıldığı gibi bir hisse gark olabilir mi? Elbette. Hatta bu durum dinimizce de istendik bir durum.
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirle¬rini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66) “Empati” denen modern kelime yetmez bu durumu anlamaya. Karşınızdaki insanın çektiği acıyı anlamakla kalmaz, onun için derinden gerçek acılar hissedersiniz. Uykusuzluğa, ateşli hastalığa tutulur, şirazenizi kaybedersiniz.
Yoklukların içinde birbirlerinin yaralarını sağaltan adamlar gördüm. Birbirinin acısını yüklenen adamlar. Siperde, pusuda ve taarruzda yan yana durmuş, ölümün kıyısından kan revan içinde dönmüş adamlar. Tek varlıkları olan vücutlarını, sahibine karşılıksız vermiş adamlar. Tepeden tırnağa haysiyet abidesi kesilmiş adamlar. Dünyayı, ahiret azığına çevirmiş adamlar. Vücudu paramparça iken bile tevekkülle gülümsemeyi yüzlerinde harmanlayan adamlar.
Köşe yazıları ve çeşitli edebiyat dergilerinde İslâm coğrafyalarına dair yazılarıyla tanıdığımız Süleyman Ceran, 12 yıldır devam eden Suriye savaşına yönelik yazdığı edebi metinlerle karşımızda.
Yaralı Ev’de, direniş beldesi Maarratunnuman’da içilen şekerli çayın izinde gidecek okuru, empatiyle yoğrulmuş, hüzünlü, coşkulu ve yer yer de sert olan 28 metin bekliyor. Yaralı Ev, yarım kalmış bir devrimin kan ve ter yüklü sokaklarında okuru içli bir yolculuğa çıkarıyor.