Her şeyin son sürat tüketildiği bu aceleci sisteme ayak uydurmanın tek yolu aklını yitirmekti. Gel gör bunu başaramıyordu. Çünkü *delirdim* diyen ilgi budalalarına inat zihni hâlâ son sürat çalışıyor ve tüm düşünceleri birbirine çarpmadan yol alıyordu. Bu yüzden hiçbirinin hızına yetişemiyor, beyni sonsuzlukta tur atıyordu. Peki ne ara bu hale gelmişti, hatırlamıyordu. Dünyaya böyle gönderilmiş olabilirdi. Uyanması için de sadece herhangi bir kişinin veya olayın gelip en baştaki domino taşına dokunması yeterli olmuştu. Haliyle ölene dek o taşlar birbirini devirecek, içinde gerçekleşen yıkımdan ise hiç kimsenin haberi olmayacaktı. Bu durumu gizlemek için de ömrünün kalanında mutlu ve huzurlu olduğunu söyleyen herkesi taklit edecekti. Sırf bu yüzden belki bir gün evlenecek, hatta anne olacaktı. Çocuklarına okul üniformalarını giydirip sabahları okula götürürken bile bu düşüncelerden kurtulamayacak, zihninin nerelerde tur attığını hiç kimse bilemeyecekti. Ne hayatını paylaşacağı o olası erkek ne de ondan olan çocukları. Her gece oturduğu dairenin kapı ziline basan apartman görevlisi de bilmeyecekti, çöpün yanına bir bardak sıcak çay ve sandviç koyan kadının tüm çabasının normalleşmeye çalışmak olduğunu. Nereden bilebilirdi ki? Çünkü ölümsüzlük bulunsa bile bir insanın kalbini ve zihnini başka birine monte etmedikçe hiç kimse aynı şeylere aynı derecede üzülüp yine aynı derecede asla sevinemeyecekti. Sevinip üzüldüğünü iddia edenler ise yalan söyleyecekti. Zira yirmi birinci yüzyıl damdan düşenin halinden damdan düşenin bile anlamadığı bir çağ oluyordu. Yere yapışanlardan zayıf olanın canı daha fazla yanarken diğerinin etli kıçı, zeminle bedeni arasında hava yastığı görevi görüyordu. İnsanlık öyle bir devrin içine sıkıştırılmıştı ki, herkes kaybetmeyi göze alabildiği şeyler miktarınca sevip, sevilip, gülüp üzülüyordu.
Bu çağa ve insanına ise modern deniyordu.