Tükendi
Stok AlarmıUnutulmasınlar-I / Geliyê Tiyarê
“Bazen öyle çaresizlikler vardır ki en büyük çaren haline gelir. Bazen seni öyle güçsüz düşüren şeyler vardır ki, asıl gücünü kazandığın kaynak haline gelir. Bazen öyle yanmalar var ki insanı pişirir, kendine erdirir. Ve bazı şeyler yaşanmadıkça anlaşılmaz.
(…)
Bir ışık vardı, içimizden dışarıya yansıyordu. Gözlerimizden yansıyan bir kıvılcım, dünyayı ateşe boğacak çıngılar vardı gülüşlerimizden dağıttığımız. Gerçek manada mutluyduk, beraberce. Sayılı günler bitti ha bitecek! Ekim’in on sekizi, on dokuzuna vurduğu saatlerde bir ateş harmanın içine girecektik. Çok kalmamıştı, üç ya da dört… Herkes yüreğinin yangını kadardı ve ışığını taşıyacaktı o harman yerine. Bir umut, bir heyecan… Olur ya, aydınlatırdık özgür bir dünyayı yürüyüşümüzle. Çok istiyorduk bunu. Özgür olmalıydık ya da özgürlük yolunda…”
Unutulmasınlar-II / Güneş Bakışlı Çocuklar
Yaşam, hareketi hiç bitmeyen bir devinim… Hem zahiri hem de batini…
Yaşamın gözü; insanın en yaman gözü... Belki de gözlerin en güzeli; asli, yitmeyen, yitirmeyen, sadakatli… İnsanın ziyaretgâhı… Bütün dinlerin kıblesi, kıblelerin biriciği…
Yaşandıkça anlaşılabildiği kadar mıdır yaşam? Daha ötesi… Ya daha berisi?
Derler ki yaşamın kendi arayışıdır insan; çoğalan, süren, özgür, iradeli…
Derler ki yaşam unutmaz, biriktirir; çünkü sadıktır kendi mazisine… İşte bu birikimin kendisidir insan da.
Ya insan unutursa yaşamı?
Körlüğünü bağışlar mı yaşam, belki de… Ya yaşam affetmezse! ‘Bir tek bilen, gören, duyan, hisseden benim… Koşan coşan, seven sevilen, akan akıtan, bilen bildiren benim’ derse insan… Olasıdır, akıl bir Anka’dır insana halen.
Bir çiçek nasıl yaşar; bir ağaç, taş, kuş, kelebek, kurt, kuzu… Ya toprak neden böylesi bir yaşamı seçer de doyurur insanı, hayvanı, tekmil nebatı… Ya gökyüzü neden böyle sonsuz maviliğini paylaşır her şeyle, bitimsiz… Nerde başlar ömrü yaşamın, nerde biter? Yaşam başlar ve biter mi?
(…)
Nedir yaşam? Nesin, necisin sen, ey yaşam! Neredesin?
Susmak ve dinlemek… Sohbeti koyulaştırmak sükûnetle… Derler ki o zaman duymak mümkünmüş kâinatın yüreğinin sesini… Şimdiye kadar duyanlar neyi duydu?
O evrene dokunan, yaşamın kemaline eren; neyi duyuyor, yalnız bir odada. En çok da bizi, özgürlüğümüzü belki de… Yaşamı, yaşatabilmeyi belki de…
Bir sır var…
Öyle ki, toprak örtmezse tohumu, yeşermez ya! Toprak evvela tohumu içerir, göremezsin. Tohum bir sır; toprak sırrın ev sahibesi, kendisi…
Yaşam, sır; sır, sevda bakışlı bir çocuk… Bu çocuğu duyabilir misin? Susup onu dinleyebilir misin? Şimdi.
Unutulmasınlar-III / Dağın Kalbinde Yücelen Kadın
“Kitabı okumaya başladıktan sonra bir türlü elimden bırakamadım. Oldukça akışkan. İnsan büyük bir merakla sonuna kadar gidiyor. Özellikle yörelerin özellikleri, gelenek ve göreneklerden tutalım mevsimleri kadar birçok ayrıntı çok canlı işlenmiş. Adeta o insanlarla birlikte yaşadım. Onlarla tarlaya gittim, ot toplayıp balya yaptım, Malatya morgunun önünde bekledim. Rûken’nin ve Roza’nın akrabalarıyla, arkadaşlarıyla tanıştım, beraber yaşadım. Bu kitapla başka insanların ruh dünyasına girdim…”
“Suna için en az Besê ana kadar ya da bacısı Emoş kadar içim yandı ve gözyaşlarımı tutamadım. Adeta kendi anamın bacımın benim haberim karşısında yaşayacakları acıyı bana hisettirdi. O anda Suna ben oldum. Besê ana, anam oldu. Cemal ise kardeşim İbrahim oldu kafamda. Romanın asıl kahramanı ben ve ailem olmuştuk okurken…
“Sanki morgun çekmecesindeymişim de Cemal’in, Besê ananın yürek yangınını izliyormuşum gibi oldum. Sanki Hatice ananın tanıyamadığı güzel kızı benmişim gibi geldi bana. Sonrasında kızını uğurlayan Hatice ana kadar ben de vakur ve direngendim. Bu roman duygularımı büyüttü. Hislerimi güçlendirdi. Empatimi yükseltti. Yitirdiklerimizden sonra yaşananlara daha iyi bakmamı sağladı. Özet olarak ruhumu besledi…
“Samimice söylemem gerekirse okuduklarıma o kadar daldım ki, bir roman eleştirmenliği üzerinden bakamadım. Bu ben olmamla ilgili bir durumdur. Başkaları da bunu böyle yaşar mı bilemiyorum…”
“Zekice kurgulanmış. Kitabın geneli gerçekten etkileyicidir. Köy yaşamını bu kadar canlı anlatabilmek sadece Yaşar Kemal’e mahsus değilmiş demek ki! Sanki yazar Serhat’ta büyümüş de o denli detaylı anlatabilmiş. Yine arkadaşlarının yürek sızılarını, yaşadıkları zorlukları iyi yansıtılabilmiş. Bu anlaşılırdır, yol arkadaşlığımız, bağımız böyledir. Fakat dahası var; aileleri, hele ki anaları öyle yansıtabilmek gerçekten büyük maharet…”
Unutulmasınlar-IV / Bizim Egîd
Büyük bir güvenle inançla çarpışmışlardı, görmüştü Egîd. Direnenlerin aşkla bağlandıkları yaşamın içindeydiler. Aşk sevginin en yoğun haliydi, tutkuydu. Aşk halindeki insan kendini aşar amaçlarıyla bütünleşirdi. Bu bütünleşmeyi hiçbir irade kıramazdı, çünkü o anda kendi iradesini bile aşardı insan. Çarpıştıkları bir düşman değildi sadece, bir yaşam için çırpınmışlardı o an. Aşkla örülü bir yaşam, aşkın ördüğü bir yaşamdı şehîd. Şimdi önemli olan bu aşk yaşamının kutsallıklarını nefes nefes içlerine çekerek anlamlandırmadaydı. Anlamı olmayanın hakikati yoktu çünkü. Anlam hatırlamaydı, anımsamaydı. Anlam duygularla yoğrulan yaşamın eylemli haliydi, devinimiydi. Anlamı olanın gerçeği olabilirdi.