Deniz şiddetini artırmıştı…
Gün aydınlanıyordu…
“Karşıya baksana…"
Uzaklarda simsiyah bulutlar ve
sürekli çakan şimşekler!
“Atlantik bize hoş geldin diyecek galiba!”
“Fırtına bu, hırpalanmaya hazır olalım.”
“Fırtınasız okyanus olmaz, yaşamalıyız bu anı.”
Gençliğini, yaşadıklarını, hayallerini bırakarak gidiyordu bir vapurla.
“Son diye bir şey varsa herhâlde bu olmalı,” dedi mırıldanarak...
Bu kadar ani bir son olur muydu ki insanın yaşamında?
Elinde ne zaman bir bavul olsa bilinmeyene doğru gittiğini düşündü dümen suyundaki köpüklere bakarken...
“Kader,” diyordu her seferinde ama öyle miydi? Yoksa başka bir şey mi?
Ya görür görmez âşık olması! Tesadüf müydü yoksa bu da kader miydi?
Ne fark ederdi ki?
Bir nedeni, sorgusu suali yoktu âşık olmanın. Sadece “Âşık oldum,” diyordu insanın içindeki ‘ben’, gerisi beden ile düşüncenin ‘ben’e itaatiydi.
Aslında karmaşık gibi görünse de aşk böyle bir şeydi...
Hem basit... Hem karmaşık... Bazen karmakarışık...
Üç adada yaşamıştı yaşam denen şeyi...
O bir bahriyeliydi...
Poyraz Teğmen...
Bozcaadalı...
Heybeliadalı... Manhattanlı...
“Şimdi nerede?” diye sorarsanız…
Kim bilir, belki yine bir adada...