Lambanın gazı bitmesin diye ocağa bir çam kütüğü yerleştirilir ve onun alevine dönülürdü. Alevlerle karanlığın buluştuğu bir gezegene düşerdik. Arkamı dönme cesaretim hiç olmadı. Uyumadan önce ocakta kıvrılan alevlere, çıtırtılara ve döne döne yükselen dumana çivilenmiş gözlerim, göz kapaklarım yorgun düşene kadar masal canavarı ile boğuşurdu.
…
O; devlerin, keloğlanların, kralların, vezirlerin, küheylanların, sarayların büyülü atmosferine sürüklediği kız çocuğunu bitkin bir halde şiltenin üzerine bırakıverdi. *Masalların şahı budur‘’diyerek. Çok yükseklere, bulutların, Kaf dağının üzerine çıkıp inmiştik… Biz inerken güneş yükseliyordu. Nihayetinde şaşkın, meraklı, memnun ve sarhoş uyandığımızda o yoktu. Gitmişti.
Hiç gelmemiş miydi? Bunca yıldır belleğimde capcanlı yaşattığım o masal dışında bir iz yoktu.
Yıllar sonra masallar arasında çok aradım. Araştırdım. Hiçbir yerde yoktu. Kimse anlatmamış, kimse yazmamıştı. Masalların şahını yazmak benim işimdi artık. Yazdım. Keloğlan ve Sihirli Küheylan. Bir gün okurlarla buluşmasını umut ederek….