Buralarda sokak aralarına düşmüş ikinci el yaşamlar her mevsim sonbaharı yaşıyordu. Her manzara sararıp soluyor, bağlamış olduğu hüzün ile gönülleri de akılları da köreltiyordu. Görmeyen gözler, konuşmayan diller her yerdeydi. Yüzlerce hatta binlerce insan bir kuyuya atılmıştı ve kuyudan çıkmak için birbirlerinin üzerine basmaya, birbirlerini merdiven olarak kullanmaya mecbur bırakılmıştı. Çıkanlar ağır yaralı, çıkamayanlar faiili meçhuldu. İnsanın insan ile imtihanı hız kesmeden gece gündüz vardiyalı olarak devam ediyordu. Çıplak, üşümüş bedenler vardı ve bütün duygular yaşam ünitesinde makinaya bağlı olarak yoğun bakımda kimsesiz bırakılmıştı.
Mezarsız ölüler asit kuyularında hâlâ işkencede ifade veriyordu. Camda bekleyen anneler ve dere boylarında izler arayan babalar en masum ve en çaresiz insanlar olmuşlardı. Götürülüp geri gönderilmeyenler ile götürülüp ölü olarak bulunanlar artık binlerce hikâye oluşturuyordu. Her evde bir hikâye ve her hikâyede yarım kalmış bir hayat vardı. İnsanların bu yarım kalmışlığı bütün hikâyenin başkahramanı olmuştu. Bir coğrafyada yazılan bütün hikâyelerin birbirinin aynısı olması, yaşanan ve hissedilen acının aynı olması demekti.