Sübyan koğuşunda ilk defa gün ışığına kadar göz kapakları açık kalmış, muhabbetin köküne inilmişti.
Bazen zor da olsa tebessüm ediliyor, çoğu kez minik gözlerden tuzlu sular akıyordu. Lakin bugün damlayan yaşlardan kimse utanmıyor, gönüllerince içlerini boşaltıyorlardı. Az rastlanır bir olaydı samimiyetin bu denli doruk noktalara çıkması, ne de olsa “sübyan”dı burası, terk edilmiş çocukların oyun yuvasıydı. Buradaki oyuncakların hiçbiri masum değildi, bazen oyuncaklar jilet parçası olurken bazen ise basit bir cam parçasıydı. Bu oyunun senaryosunda bolca kan, bolca gözyaşı hâkimdi. Kahkahalar yasaklanmış, tebessüm ise unutulmuştu.
Her ne kadar hüviyetlerinde çocuk yazsa da çocuk olmayı unutan hatta çocukluğu hiç bilmeyen adamların yeriydi burası. Acı ile harmanlanan bedenleri büyüyüp de yüreklerindeki kavuşulmamış çocuğa daima hasret kalacakların yeriydi, duygu fırtınası yaşarken, binbir duygunun zirvesini yaşayıp da mutluluğa uzaktan el sallayan ve bununla bile mutlu olduğuna kendini inandırmaya çalışanların yeriydi. Burası cehennemin yeryüzündeki en masum hâli, “SÜBYAN”dı…