Senin yeni getirildiğin günlerde ben, demir kapı ardında bir düşü örüyordum. Uzadıkça uzamıştı, söküp baş-tan başlamıştım. Ne saçma günlermiş ve ben ne kadar safmışım. Bazı yerlerime eklemelerle yeni renkler katıyordum. Kullanılmış dedikodular, denenmemiş yemek tarifleri, hiç izlenmemiş film önerileri, cilt bakım hikâyeleri, çöpçatanlık düşleriyle boğulmuştum. Tamir edilmiş eşyaların dönüşüm sonrası yamuklukları gibi mucizevi bir şekilde işe yaramayan çöpten toplanmış bir yığın paçavram vardı. İşte! Gereksiz ne varsa hayatta, allayıp pulluyordum. Pek sevdiğim bir iş değilse de, bunlar oyalıyordu beni. Oyalanmaya ihtiyacım vardı, yoksa kim bilir? Demir kapılara, asma kilitlerin takıldığı, susmalı bir dünyaydı yaşantımız. Zulasında hep bir sustalı, keskin gözlemci bir tehdit.
Çocukluğumuzu sakladığım gölden uzak duruyordum. Sazlarını, balıklarını, taşlarını, yengeçlerini, yılanlarını, kuşlarını, cüretimin izlerini, delikanlılığımı, delişmen kızlarla yuvarlandığımız çayırlığı, kayalıkların çın çın yankısını, bilge söğüt ağaçlarını unutup ruhuma gömüyordum gölü. Dilimin ucuna ne zaman “Gölden” bir anı gelse hemen kekelemeye başlıyor ve susuyordum. Suyu çekilip kurutulduğundan adını da bilen yoktu. Tükenmişti. Sadece ben, doğduğum suyu hatırlıyordum. Yoğrulduğum suyu. Göl kaçkınlarının hep durağı, çağırıyordu yeliyle. Toprak, göl, saz, su kokusuyla… Vedalaşırken eğilip, kendi yüzümüzün yansımasından su içmiş, “Dayan, döneceğiz!” demiştik. Oysa yalandı.