“… Adım attıkça zeminden gelen eski tahtaların yorgun sesleri. Kim bilir kaç yılın ağırlık ve yıpranmışlığın izleri üzerinde. Hole doğru ilerliyorum. Sağlı sollu iki balkon kapısı. Ve bu kapıların tam ortasından, alttaki kattan yukarıya çıkan merdivenden incecik bir koridorla kilere açılan kapı. Kiler hep çok merak ettiğim ve fırsat buldukça karıştırmak istediğim yer olmuştur, çocukluğun o bitmez merakıyla.
Duvarda büyük bir hamur senidi asılı dururdu, ocağın yanı başındaki duvarda, yıllarca asılı durmakta, içi boşalmış ve iyice kurumuş buğday demetinin altında. Bir uçtan bir uca uçlarda çivilerle sabitlenmiş bir tele ocak perdesi asılı. Bu ocak perdesi hiç yıkanır mıydı, ya da eskimez miydi? Ne zaman kapanır ne zaman geri açılırdı. Ocaklığın ön tarafında odanın solundan giriş kapısına doğru olan kısmında toprak kaplar sıralı. Bu toprak kapların içi kışlık erzaklarla dolu olurdu hep.
Kilere ne zaman girsem ilk bunların kapaklarını açar bakardım ve onlar hep aynıydılar. Tarhana, pekmez, bulgur küçük iki kulplu küpte de susam olurdu hep. Mutlaka bir avuç almadan kapatmazdım kapağını.
Eski derme çatma bir masa odanın ortasında. Üstünde tavana doğru uzanmış bir yufka yığını. Burası kilere girdiğimde ikinci uğrak yerim olurdu. Her nedense yanık yerlerini kırıp yemesi hoşuma giderdi, çocuk aklıyla kırdığım parçaları Türkiye haritasının coğrafi bölgelerine benzetirdim. Her şeyin en ince detayına kadar anlatılan tasvirlerinde kaybolacak, belki de tam tersi kendinizi bulacaksınız...”