Mavi mozaiklerle süslenmiş evleri, beyaz taştan örülmüş setiyle ada gölün üzerinde nazar boncuğu gibi duruyor. Bir görünüp bir kaybolan güneş, zeytin ağaçlarıyla raks ediyordu.
Dimitra, her zamanki gibi erkenden uyanmış meydanda çınar ağacının altındaki kamelyada oturuyor, göçmen kuşlarının getirdikleri haberleri dinliyordu. O da kuşları yolcu ederken hiç görmediği yerlere, tanımadığı kişilere selam yollamıştı. Kuşlarla vedalaştıktan sonra istediği haberi almış gibi neşeli olarak yola koyuldu. Gece, sınırda nöbet yerindeydi. Onu da selamladıktan sonra evlerin arasındaki taş döşemeli yoldan iskeleye kadar yürüdü. Sıra sıra dağların ardından ona gülümseyen güneşe bakıp, sabah yelinin yumuşaklığını yüzünde hissederek Alex’i bekledi. Kısa süren sohbetin ardından meyhanenin arasındaki dar sokaktan geçerek ahırın kapısını açtı. Keçileri önüne katıp adayı karaya bağlayan köprüye vardığında balıkçılar kıyıya doğru kürek çekmeye başlamıştı. Köprü adada doğan insanların dış dünya ile aralarına koydukları sınırı temsil ediyordu. Kimsenin bu sınırı aşmasına izin vermedikleri için kendilerine ait olan küçük dünyalarında huzur içinde yaşıyorlardı. Keşiş Dağı’nın tepeleri tıpkı onun geldiği gün gibi pembeydi. Bu pembelik birkaç gün belki bir hafta görünür sonra kaybolurdu. Her zaman kıyıdan ilk ayrılan ve ilk dönen amcası Nikos kayığını bağlıyordu. Dimitra çoğu zamana balıkçıları fark etmeyecek seslenseler duymayacak kadar dalgın olurdu. Ama bugün içine sığmayan neşesini dağıtacak birilerini arıyordu. Anne ve babasının ölümünden sonra bu inatçı ihtiyarla yaşamaya başlamıştı...