Mutsuzluk denen şey belki de aşkın kimyasıydı…
Bilmediği topraklara, tanımadığı insanlara, sevmediği bir eşe, pişmanlık duyduğu çocuklara bir inat uğruna kendini mahkûm eden güzel mi güzel bir kadın; Serap…
Geçmişin hasretlisi, geleceğin özlemcisi, yaşadığı ânın şükürcüsü olan, umut bekçiliği yaparken sevdiği kadına olan hisleri bir nebze azalmayan, kalp sancısına mahkûm edilen fakat bunu içinde yaşayan, sevdasını sevdiği kadının düşüne anlatmayı tercih eden bir adam; Bekir…
Ne olurdu bir sabah da birbirlerinin o güzel seslerine uyansalardı? Kimsenin gülmediği şu âlemde sevinçlerinden ağlasalardı… Hayat bulsalardı birbirlerinin kalplerinde cenin gibi… Bütün bildikleri birbirlerinde anlamlansaydı… Hüzün adına ne varsa çöpe atsalardı…
*Sen bana aitsin, öyle de kal.* demişti Bekir ama bu dileği de gerçekleşmeyenler arasında yerini almıştı. Acı çekmek, ölmekten daha çok cesaret istiyordu ve cesaret ödülünü almaya hak kazanmıştı her ikisi de. Serap gururunun, Bekir ise ömrünün yettiği kadar sevmişti.
Başka bir şehirde de olsa nefes aldığına şükrediyordu Bekir; işte bazen bu kadar güzel severdi bir insan.