Damarlarında yüzlerce cesur askerin kanı dolaşan aslan yürekli Nigel, henüz yirmi iki yaşındaydı. Bugünlerini şahinlerini ıslah ya da aileyle birlikte malikanenin toprak zeminli holünde yaşayan köpeklerini eğiterek geçiriyordu.
O dönemlerde, hayat gizemli ve merak uyandırıcıydı. İnsanoğlu hem yukarıdaki cennete hem de ayaklarının altındaki cehenneme çok yakın bir noktada korku ve ciddiyetle yürüyordu. Tanrı’nın varlığı her yerde hissediliyordu: gökkuşağında, kuyruklu yıldızda, fırtınada, rüzgarda… Bu arada şeytan da yeryüzüne öfkesini saçmaktan geri kalmıyordu. Gecenin alacakaranlığında, çalı çitlerinin arkasında gizleniyordu. Kahkahaları gecenin içinde yankılanıyordu. Ölmek üzere olan günahkâra pençesini atıyor vaftiz edilmemiş bebeğe saldırıyor ve saralı bir insanın bacaklarını burkuyordu.
İnsanoğluna sinsice sokulan iblis, başındaki meleği ona zorlu fakat doğru olan yolu gösterirken, onun kulağına şeytani şeyler fısıldıyordu. Koskoca dünya da kimsenin aksini iddia etmediği ve en başta kralın, papanın, rahiplerin ve âlimlerin bile kesin olarak inandığı doğrulardan nasıl olur da şüpheye düşülürdü?