Şehr-î Yâr, 18. yy. sonları ve 19. yy. başlarında İranlı bir seyyahın dünyanın gözdesi İstanbul`a gelmesiyle başlar. Çocukluk yıllarında rüyasında gördüğü işaret neticesinde, bir çift mavi gözün sahibini bulmak için dünyayı dolaşan Cafer`in, herkesin muradına erdiği Şehr-i Stanbul`da karşılaştığı olayları ve İstanbul`un tarihi yüzünü anlatmaktadır. Yedi tepeden, yedi iklime uzanan hükümranlık... İstanbul, sadece bir şehir değil; başlı başına bir kültür, bir medeniyet, bir tarih ve bir insanlık merkeziydi. İstanbul, tek başına bir devlete bedeldir. Bu şehre, nice şiirler yazılmış ve nice türküler söylenmiştir. Kimilerine saray, kimilerine zindandı, bu koca şehir... Uğruna can vermekten kimsenin çekinmediği nazlı bir maşuktu. İştiyakıyla nice hükümdarları, nice kralları heder etmişti yolunda. Nice devletin payitahtı, nice âşıkların yuvası, nice ariflerin gönlü, nice âlimlerin kitabı, nice sultanların gözde cariyesi idi İstanbul. Kiminin Konstantiniyyesi idi, kiminin Belde-i Tayyibesi... Devran kime gülmüşse; İstanbul, ona mesken olmuştu. Yeditepeden esrar sahibi olmayan var mı acaba? Bu şehrin kaderi miydi, sinesinde devası olmayan aşkların yatması? Geldi de beni buldu bu şehrin aşkı, binlerce mil uzaklıktan kendine çekti bu Şehr-î Yâr. Hem de evvela yedi düveli dolaştırdı bana. Sonra da kendi huzuruna kabul etti beni bu şehir. Ama hakkıydı, tüm şehirlerin efendisiydi. Tüm hükümdarlar ona meftundu, ona ram olmuştu nice ülkeler. Bu şehr-i Stanbul ki bî-misl ü behâdır, Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır. Nedim