"Soruyorsun. Yani insan bir devrim kutlamasından eve dönüyorsa, yalnız başınaysa ve aynaya bakıyorsa, saçlarındaki beyazları sayıyorsa, hava da böyle sıcak böyle bıktırıcıysa, sormalı diye düşünüyorsun: Kalabalık dağılınca, marşlar bitince, sloganlar susunca, bayraklar, flamalar, pankartlar bir yerlere kaldırılınca, geçit resmindeki tanklar, askerler kışlalarına dönünce, o coşkulu konuşmacılar meydandan çekilince, kalabalık içinde girdiğin coşkundan eser kalmayıp bir ayna karşısında yapayalnız kalınca, ıssızlaşınca… ‘Eee? Şimdi ben kimim?’ diye. Anlıyor musun? Anlamıyorsun. Bir on yıl kadar da anlayacak gibi durmuyorsun…"
Sarsıntı, bir hesaplaşmanın ama sarsıcı bir hesaplaşmanın çetin ceviz sorgulamalarından oluşuyor. Anlatıcının geçmişiyle travmatik ilişkisinin doğal bir yansıması olan bu roman, hayatın anlamı, insanın-bireyin düşüşüne dair iç sorgulamalarıyla okuru yoğun bir varoluşun iç atmosferine sevk ediyor.
Hayat üzerine düşünen, hayatı ciddiye alan bir roman Sarsıntı. Kavganın ve sloganların boğucu dünyasında hayattan ve insandan, insanî olandan yana bilinçli tavrıyla ‘varoluşçu bir roman’ diyebiliriz Sarsıntı için. Anlatıcı, yalnızlığını, tutukluğunu, tutunamayışını, aşklarını ve mutsuzluğunu varoluşun insan ve hayat algısından geçirerek aktarıyor okura.