En önemli besini temiz hava, berrak ve buz gibi sulardır. Dağın zirvesinden aşağılara, vadilere ve ormanlara tepeden bakarak yaşarken bedenleri gibi ruhları da beslenir. Hayat gailesi, savaşlar ve adaletsizlikler ulaşmaz sanırsın dağların doruklarına. Tasadan uzaksın. Çünkü habersizsin. Uzun yaşamanın sırrını keşfetmiş gibi memnun uyur mutlu uyanırsın. Çobanlık böyledir işte. Yükseklerde, dünyanın tavanına değer başın. Yine de kendini ezilecekmiş gibi hissetmezsin. Ne zaman bir araya gelsek dağların ona iyi geldiğinden bahsederdi. Yiyip içtiğinden bahsetmeyi sevmezdi.
*Uzaklara baka baka gözlerim yakını sevmez oldu. Gel çardakta oturalım. Ev beni sıkıyor.* derdi. Küçücük bir kulübeyi yuva edinmiş insanın kocaman bir avluda sıkılmasına şaşardım. Ama bilirdim ki duvarın dışında alabildiğine açık düzlüklerin, uzak ufukların varlığından emin olarak uyumak ona iyi gelirdi.
Bazı toplumların, yaşlılarını uzak dağ başlarına götürüp ölüme terk ettiğini duymuştu Remzi. Üstelik bunu; övgüyle, saygıyla törene dönüştürdüklerini de. Şimdi ayının leşi üzerinde dönüp duran kartallarla, kavurma kazanının başına dizilmiş köylüler arasındaki ayrım neydi? Sevgi mi? Saygı mı? Emek mi? Düşünmeye değer bir yaşama kavgasıydı esasında en başından olagelen. Her canlı yaşamak için besleniyordu. Severek okşayarak beslediklerini de hayatta kalma savaşına kurban veriyordu üstelik. Gazi, yavrulu bir ayının canına kıymamış mıydı? Kartallar, kurtlar ve çakallar da yavrularını besleme derdine düşmemişler miydi?
Dağlar; mitolojide tanrıların mekânıdır. Antik Roma’da Zeus ve diğer tanrılar Olimpos dağında yaşar. Bu gün insanoğlu, yükseklere çıkma arzusunu gökdelenler inşa ederek ve kentlere tepeden bakan kulelerle övünerek gösteriyor. Yükselme tutkusu uçma isteğini de beraberinde getirmiş olmalı. Başımızın üstündeki sonsuz boşluğu keşfetmek mavi gezegenimize uzaydan bakmak hep yükseklik tutkumuzu işaret ediyor.