Rüyalar ruhsal gerçeğimizin üst boyutlarına açılan bir kapı… Aydınlanmamızda rüyaları kullanma seçimine sahibiz. Bilge üst benliğimizin rehberliğine güvenmekle uyanıklık halindeki olağan bilincimizin vakıf olamayacağı bir bilişsel zenginliğe sahip olabiliriz. Zaman ve mekândan münezzeh yekpare bir şimdide, faaliyet alanımız da genişler. Görmemize vesile olunan şok edici vizyonlar uyanıklık halimizde doğru seçimlere yöneltir. Daha da şok edici olan ise rüyalarda da etkinlikte bulunma yetkinliğine ulaşabileceğimiz gerçeğidir. Romanımızdaki ana karakterimiz Hülya, entelektüel yüceltmenin putlaştırıldığı bir çevrede yetişmiş ve entelekt idealin zorbalığına sadakati, yine onun kucağında yaşadığı istismar ile sınanmış, maruz kaldığı parçalanma onu zıt bir kutba, insanın en ilkel içgüdüsel yanı olan dürtüselliğe sürüklemiştir. Sanmıştır ki böylelikle entelektüel yüceltmenin narsisizminden kaçabilir. Fakat işler umduğu gibi gelişmez ve yeniden yara alır. Bu kez tosladığı daha kaba bir narsisizmdir. Tekrar diğer uca kayar ve daha ulvi amaçlara adanmak, yaşamına bu yolla anlam katmak ister. Tam bu esnada ansızın yoluna çıkan, zaman boyutunda yolculuk yapan üstatların esrarengiz ve sırlarla dolu faaliyet alanında bulur kendini. Rüyaların sembol dilinin rehberliğinde güvenle ilerlerken özel meselelerinden giderek uzaklaşır. Evrensel bir ‘kader değiştirme’ operasyonunun parçası olarak casusluğa soyunur. Peki kahramanımız Hülya gerçekten de bu yetkinliğe ulaşmış bir ruh mudur? Bu zorlu yolda acımasız yüzleşmelerle karşılaşmak ve başka kaderleri etkileme cüretinin bedellerinin ne denli ağır, sonuçlarının ne denli öngörülemez olduğunu fark etmek ise onun kaderidir artık…