"Sapasağlam adımımı attığım o caddeden bir çürük olarak çıkmayı sanki ben mi istedim?
O patlama ezkaza beni öldürmedi diye ben mi suçlu oluyordum yani?
Niçin benle bir alıp veremedikleri vardı?
O ölülerin kefaretlerini hayatım boyunca ben mi ödeyecektim?*
Bu sayfaların sahibi kanlar içerisinde durmadan ağlayıp can çekişenleri, kopan bacağının nerede olduğunu, yanında yatan, çoktan ölmüş olan anne ve babasına soranları gördü.
Onlar çaresizdiler ve ölüm kokusunun hükümranlığına çoktan boyun eğmiştiler.
Sahi, yaşayanlar bilir mi ölüm kokusunu?
Bilemezler, çünkü bu koku, ölülere ve ölümün kıyısından son anda dönenlere mahsustur. Ölüm kokusu; barut ve tinere bulanmış çiğ et gibi kokar ve Zülküf Hidar, o kokuyu bir kere içine çekmiş olmasına rağmen hiç unutamaz. O kokuyu hatırladığı vakitler ağlar. Düşkünler Yurdu`ndaki küçücük yatağına siner ve o kokuyu unutmak için elinden geleni yapar, fakat biliyordur ki o koku ölünceye kadar peşini bırakmayacaktır, çünkü kurtuluş yoktur.