“Çocukken yaşadığımız, yaşayıp gördüğümüz ne varsa, ömrün ileri yaşlarında bazen çok belirleyici roller oynar. En olmadık yerde, yaşamakta olduğumuz çok heyecanlı bir olayın en can alıcı ânında meselâ, bunlar bir şimşek gibi çakarak gözlerimizin önüne gelir, tadı tuzu oluverir o an yaşadıklarımızın… Diyelim ki biriyle ilk kez bir aradasınızdır, onunla sadece o ânı yaşayacaksınız, ne bileyim, karşınızdakinin dikkatini çekecek yine o âna dair bir imaj sergilemek üzeresiniz; birden o münasebetsiz şimşek çakar ve yıllar öncesinin unutulmuş, çürüyesi bir yaşam kırıntısı, münasebetsiz bir mesele olarak araya giriverir!.. Gözleriniz kamaşır ve dikkatiniz pır diye uçup gider. Geçmişin zıpırlıkları deyip geçmek istersiniz, ama olmaz. İnsan zihni ne zaman tanır ne mekân…”
Orta ikinci sınıf öğrencisi Süleyman’ın, Adana’nın Sarıçam ormanında başlayan, Ankara’da renklenen ilginç serüveni… Ormanda büyük bir korku gecesinin sonrasında gizemli bir çocukla tanışması. Tokalaşırken elinin ılık su kıvamında dokunuşu ve ardındaki bilinmezler… Yıllar sonra Ankara’da bir üniversite öğrencisiyken, ormandaki bir pınar başında tanıştığı o çocuğun aslında bambaşka bir âlemden geldiğini öğrenmesiyle, süren karmaşık olaylar, ilişkiler silsilesi… Peri adında bir kızla arkadaşlık ettiği sıralarda yeniden ortaya çıkan Cin çocuk Hayret’in devrimci bir genç donunda (Söylemeye gerek var mı bilmem; zaman 1970’li yıllardır) polislerce vurulması… Ardından Süleyman’la tanışan yine gizemli bir kız. Hayret’in kız kardeşi Kele… Onun adı değil, kendisi gerçek bir peridir… Ormanla içli dışlı büyümüş Süleyman’ın ağaç sevgisi, ormanların huzur veren havası… Yangınlar, hüzünler… Ve yazarın sevgiye odaklanmış bu hüznü olağanüstü bir dille anlatışı…