Birden, ardına kadar açıldı odanın kapısı. Halime, babasının içeriye giriş şeklinden, yine dayakla sonuçlanacak bir anın ortasında olduğunu hissedince yataktan fırlayıp, sobanın arkasına sığındı. Hep oraya sığınırdı zaten. Ve daima, kasnakta işlenen bir kanaviçe olurdu sobanın arkasında. Ve hep mavi nakış ipi bulunurdu, işlediği iğnenin ucunda. Gök mavisi, dere mavisi, gece mavisi... Hep mavi işlerdi, Halime. İşlerken de, hep gök mavisi bir elbise hayal ederdi üzerinde. Masmavi bir elbise. Hatta bazen o kadar kaptırırdı ki kendini o hayale, o elbise üzerindeymişçesine okşardı eteklerini. Okşadıkça daha da mavileşir, daha da parlardı sanki. Aslında, öyle bir elbiseye sahip olmak değildi isteği. Eğer o elbise üzerinde olsaydı, belki bir gün, gerçekten ait olduğunu hissettiği yere gidebilirdi. Gökyüzüne… Hem de hiç kanat çırpmadan. Öylece… Otururken… Gökyüzü tertemizdi çünkü. İnsan eli değmemiş, kirlenmemiş, masmavi. Ayrıca gökyüzünde, sadece kuşların kanat sesleri vardı.
Kuşlar…
İrili ufaklı kuşlar…