“Elektrik süpürgesi homurdanarak çalışıyordu. Devri yükseldikçe homurdanmaları daha da artıyordu. Kulaklarımı tırmalıyordu adeta. O, yerdeki tozları vantuz gibi çekerken, ben de ardı sıra koşuyordum. İki odayı temizledikten sonra, biraz doğrulmak istedim; ancak doğrulamadım. Öylece kalakaldım. Belime sanki şiş sokulmuş gibiydi. Çok acıyordu; ‘hay aksi şeytan,’ dedim. Sırası mıydı şimdi bunun, temizlik yarım kalacaktı. N’oldu bu meret belime? Ara sıra yokluyordu; ama bu kez biraz daha ayrıcalıklı yokladı canı çıkasıca. Usul usul doğrulmaya çalışırken ellerimi dizlerime koydum. Süpürgeye doğru yaklaştım. Fişini çektim. Homurdanmalar kesilmişti. Kulaklarım rahatlayıverdi. Kanepeye doğru yaklaştım. El yordamıyla yatağa hafifçe uzandım. Tam başımı koyacakken, yine yokladı kahrolası. Canım çok yanıyordu. Çocuklar da gidecek zamanı buldular. Herif de yok evde… Alimallah bir şey olsa, ölüp kalsak, kimselerin haberi bile olmayacak”(…)
Yaşama olan bağlılığı ve inancı Atila Er’in öykülerine ‘umut’ olarak yansıyor. Onun bu tavrı, öykü kahramanlarının kendilerini var eden yazara karşı olan sorumluluklarını artırıyor, bir bakıma. Bazı öykülerinde dışarda kalmayı yeğleyen yazar, bazı öykülerinde ise doğrudan içerde kalmayı yeğliyor. Ölüm izleği üzerinden kaleme aldığı öyküler insanın canını yakıyor. Dürüstlük kavramı üzerinden kurguladığı öyküler ise günümüzde daha bir anlam kazanıyor. Mizah öyküleriyle tebessüm ettiriyor; sevginin başat rol oynadığı öykülerinde ise, içimizin ‘cız’ ettiğini hissediyoruz. Zaman geliyor öykü kahramanlarıyla birlikte eğleniyor, zaman geliyor onlarla birlikte ağlayabiliyoruz. Çünkü öykülerinin odağına her koşulda insanı alıyor, Atila Er.