“Midilli’den kalkan bu coşkulu rüzgârlar hangi büyük seferlere, savaşlara, denizlere, şehirlere uğruyordu? Hepsi birer emek harikası olan o gemiler acaba hangi iki kıta arasında hazineler taşıyorlardı?
Onları görmeden mi bilmeden mi ölecekti bu ada da? Hayır… Asla… Bir borçadan Midilli’nin nasıl göründüğünü görmeden bilmeden asla olmazdı. Evet, o da duymuştu. Limanda anlatılıyordu Rodos şövalyeleri öncülüğünde tüm adalarda korsan gemilerin cirit attığını Çanakkale Boğazı girişinde Türk gemilerine pusu kuran Sicilya, Ceneviz, Katalan korsanlarını. Bunlardan birinde ayağı bağlı ömür boyu forsa olmak da vardı.
Bu tutku başına kim bilir hangi felaketleri getirecekti. Köle diye bir Kastilyon efendisine satılmak hatta daha da kötüsü Venedik’te Roma’da yağlı göbekli ağzı leş kokulu birine salyangoz toplayıcısı olmak da olabilirdi bu işin sonu. Çok korkunç şeylerdi kendisi için tüm bunlar. Ne düşündükçe işin içinden çıkabiliyordu ne de içindeki bu merak ateşinin durduk yerde söneceği vardı. Uzandığı yerden hırsla kalkıp karşısında duran lacivert boşluğa yeter diye bağırdı. Ne olacaksa artık varsın olsundu.”
. . .
Oruç Reis, eski bir sipahi olan Yakup Ağa’nın dört oğlundan biri. Deniz sevdası ile kardeşlerini de ardından denize çeken ve daha sonra bütün Akdeniz kıyılarında isimleri anılan, mazlum halkların sığınağı haline gelen Barbaros kardeşlerin öncüsü… Barbaros Hayreddin Paşa’nın rehberi, ağabeyi…
Ahmet Eren Sertbaş, Oruç Reis romanında su gibi akan üslubuyla Akdeniz’in sularında esirleri, forsları, mazlum müslüman halkları, düşmanla işbirliği yapan hain yöneticileri, Endülüs’ün son çırpınışlarını ve Osmanlı’nın gaza ruhunu anlatıyor. Dönemi okumaya Akdeniz üzerinden bir pencere açan bu roman, günümüze kadar devam edecek hak batıl mücadelesine de ışık tutuyor.