Hüzün, bizi de vurduğunu gözlerimize dolup da boşalmayan bulutlarından belli etti. Muavin, *Isparta yolcusu kalmasın!* diye bağırdığında anamızın akmaya niyetlenmiş gözyaşları coştu, ellerimiz bir süre havada sallandı. Aklımda kalan tek görüntü, otobüsün ardından yetişebildiği kadar koşan, elleri havaya, gözyaşları yere sallanan bir ana ve ağlamaya utanan bir babayla birlikte havalanmış ellerde beliren mahzun gözler…
Yemek yiyişimiz birbirine benziyordu. Bir yere yetişecekmiş gibi hızlıydık. Yerken, çamurda koşar gibi sesler çıkıyor, şapırtılara doymuş ağızlarda avurdumuzu şişiren lokma, ekmeğin kutsal yardımıyla boğazımızdan aşağıya iniyordu. Alışkın olduğumuzdan yemek işleri çabuk bitti, bir zorluk çekmedik. Ellerimize bulaşan yağın silinmesine çare aradık, bulduk. Yarısını gazete kağıdına, yarısını belli etmeden üstümüze sürdüğümüz ellerimiz nasıl olsa alışacaktı susuz sabunsuz temizliğe.
Yine geceydi. Ay ışığı bütün samimiyetiyle aydınlatıyordu bizi. Yol uzun. Yük ağır. Gözler uzağı görmeyi beceremiyor. Soğuk hareket edince anlaşılmıyor. Durunca soğuktan kurumaya başlıyorsun. Timin bir ilerisine bir gerisine gidip gelirken herkesi badisine denetlettiriyoruz. Önden gelenle arkadan gelen arasındaki irtibatı koparmamak için. Mesafeler kısa, aralıklar alabildiğine yakın.
Eksi yirmi mi, kırk mı, desem, bu dereceye kadar olan soğukları bize hissettirmeyecek olan, soğuğu kendisi yiyen elbiselerimiz. Bu kaçıncı misafir bekleyişimiz, ihbarlardan mı, bizden mi? Kimseler gelmiyor. *Bütün görev dönüşleri güzeldir.*
Buralara çıkmak zor. Çıkınca inmesi, inince çıkması zor. Ateş de yaktık tabii. Tek bir mevzii yakınında çok üşüyen gelsin, ısınsın diye. Yine de Haziran’ın yaz soğuğunu, kış soğuğundan ayıran bütün incelikleriyle tattım. Ateş de kâr etmedi üşümemize.