Bağımsızlık mücadelesinde destanlar yazan zengin aile çocuğu Abdullah; fakir, mazlum ve haklının yanında bahtının bir yazgısı olarak hep kötülerle karşılaşmış, idamla yargılanmış, ömrünün önemli bölümünü çok sayıda değişik cezaevlerinde geçirmişti. Ama mücadeleden hiç yılmamış, acıyı tatmış, hayatın anlamının farkına varmış, sessiz zihnini harekete geçirmiş, ezenlere karşı çıkmış, hep ezilenlerin yanında olmuştu.
Başarılı 10 lise öğrencisi zor şart altında da olsa girdikleri imtihanları kazanarak artık İstanbul Üniversitesinin öğrencisi olmuş, taşradan Dersaadet’e gelmişlerdi. İnançları *oku* diyordu. Emperyalizmle mücadeleyi emrediyordu. Akil ve önder adamlar tanımışlardı büyük şehirde. Gerçeğin yollarını görmüşlerdi. Peki hayat ile nasıl başa çıkacaklardı.
Fikret Öğretmen de başarısız evliliğini mazeret göstererek İstanbul’a tayin istemiş, özgürlük, adalet, hakikat, bilim ve aklı öne çıkararak yüreğindeki fırtınanın etkisiyle de Hukuk Fakültesi’ne talebe olmuş, büyük bir değişim ve dönüşüm ile mağdurların yanında olmaya ve savunmaya karar vermişti. Bu durumda muhafazakarlık, milliyetçilik, devrimcilik, taşralılık ve de farkındalık, hayat ile örtüşebilir miydi? Çünkü hayat durağanlığı kabul etmiyordu.
İnsan ve hukuk üzerinde süren ÖP Beni Asitane’de aşk ve nefret, iyi ile kötü, kara ile ak yüzleşiyor. İşgal olaylarının başladığı, şiddet eylemlerinin ve korkuların arttığı, değerlerin tahrip olduğu bir dönemde herkesin aklı üniversitede okuyan çocuklarında idi.
Yoksa gençler mankurtlaştırılmaya mı çalışılıyordu?
Uyum devre dışı mı kalmıştı?
Evrensel kuşatmaya teslim mi olunmuştu?
Korku salınarak vasat zihin sahibi tek tip insan yetiştirmek mi isteniyordu?
Dur bakalım nasıl olacak?