Ömer Koha belli etmese de içeriden kavruluyordu. Bu yaşa gelmişti, daha hiçbir dileği yüreğinde kalmamıştı. Onun son arzusu Alâaddin’i evlendirmekti. Bir parça başı ağrıdığında ya da üşütüp bardak çektirdiğinde, şifalı bitki sularında yıkanıp sıcak yatakta terleye terleye yattığında kendi kendine teselli verirdi: “Yok, öyle bir şey olamaz, Ömer Koha sağlam dur, Alâaddin’e düğün yapmadan can verme, Allah’tan mühlet iste ömrünü biraz uzatsın. Peki, şimdi? Feleğin ne yaman oyunları varmış, böyle de zulüm olur mu? Dal gibi delikanlıyı ne çabuk da toprağın altına götürdü. Rahmetine kurban olduğum Tanrı? Ölüm benim hakkımdı ama balam gitti. Demek ki; ‘kütük üstünde nice çırpılar doğranır.’ diyenler, doğru diyorlarmış.”
Adam yatakta uzansa da gözüne uyku girmiyordu. Tavana baka baka sabahı karşılıyordu. “Acaba, Hasan Ağa namertlik etmiş midir? Biliyorum, Alkazak uşağı kan çana-ğıdır, boş yere onlara “Deli Alkazaklılar” dememişler. Bu yaşıma geldim; ama onlardan namertlik görmedim. Düş-manla düşmandırlar, dostla dost. Ellerinden kaza çıkmış, ama namert olmamışlar”.