Aynı hayatları ayrı ayrı yaşayan insanlarız. Kentlerden, beton yığınlarından, motor seslerinden sıkılmış ve her sabah aynı dağınık çarşaflardan uyanıp hayata-dünyaya tutunmaya, bir dal elde etmeye çalışan aciz beden sahipleriyiz. Saniye saniye ölüme koşuyoruz. Ölümün bize olan yakınlığını görmek için, yoğun bakım pervazlarına, kabirlere, morg önlerine koşuşturmuyoruz. Bir göz çarpması olsa, yetecek oysa ölümün bize ne kadar yakın olduğunu göstermek için. Soluksuz bir şekilde dünyaya kapılıp gidiyoruz. Yakamıza ve paçalarımıza yapışan milyonlarca hayallerimiz ve hedeflerimiz var. Bunun içinde ölümün yeri, okyanusta bir katre belki. Hatırlamıyoruz, unutuyoruz.
Unuttuk “seninki senin, benimki de senin” dediğimiz günleri. Her şey bizim oluversin istedik. Eşyaların teferruatlarına o kadar daldık ki şu yer kürede, hakikatteki “ne sen varsın, ne de ben” gerçeği yok olup gitti.
Sonra Nuh da gitti ama tufân hep içimizde.