*Yüz kızartıcı bir suçtu çocukluk.*
Ben ne afili sözlerle seni etkileyecek yazarım ne de kafiyelerini bir kılıç ustası gibi kullanan şair. Ben sadece hikâyesi olan adamım. Bu yüzden elindeki kitabı okurken bir kâğıt parçasıdır deyip geçme. Yazdıklarımın sana ulaşmam için tek çarem olduğunu asla unutmadan oku.
İlk öldüğümde sekiz yaşındaydım. Eski bir binanın çatısında ölümle hayat arasındaki incecik ipin üstünde düşmeme mücadelesi veren acemi bir cambaz gibiydim. Anılar, düşünceler belirdi gözümün önünde. Annem belirdi mesela. Kıvırcık saçları belirdi karşımda. Sadece o kadarı.
Fark ettim ki bir buzdağının her gün milim milim haritadan silinmesi gibi bilincim de yok oluyordu. Oysa bir resmi olsaydı son bir kez yüzüne baksaydım ne de güzel olurdu. Sonra gür mü gür sakallarıyla babam teşrif etti. Sakalları kadar karanlıktı yüzü. *Yapma oğlum!* diye bağırsın istedim. Demedi. Biraz daha kaydım boşluğa. Üvey annem Burcu oturdu yanıma bütün ihtişamıyla. *Beceremezsen seni evde bekliyor olacağım orospu çocuğu...* diye fısıldadı tuhaf yüzüyle ve kayan bakışlarıyla. Ellerimle biraz daha ittirdim minik bedenimi boşluğa. Belki de insan böyle anlarda, anılarında kalan en vurucu kişilere yoğunlaşıyordu.
Başımı boşluğa eğdim. İçime saplanmış bir kılıç çekildi sanki. Beyaz çoraplarımın ve minik ayaklarımın sonsuzlukla olan dansını izledim. Parmak uçlarım boşlukta aşağıdan geçen insanlara selam duruyordu. Ha gayretti. Bitti bitiyordu. Birkaç santim dahaydı. Bir rüyadaydım ve biraz sonra uyandığımda kâbus sona erecekti. Hafifçe eğilecektim.
Ve sonsuzluk...