Ebru’nun iki hayatı vardı. Biri, gerçek dünya. Biraz acımasız olsa da kendi içinde tatlı, hep mücadeleyle geçen; diğeri ise rüyalarındaki dünya. Eşi benzeri olmayan, gönlünce koşup oynadığı, tüm hayallerini yaşadığı dünya.
Her rüyanın bir sonu olduğunu biliyor olmanın tatlı telaşıyla yaşadılar aşklarını… “İkisi de hiç bitmesin istiyordu sanki. Havada uçuşan kelebekler gibiydiler, yere konmak istemediler, bu bir rüyaysa uyanmamalıydılar, gözleri kapalı olduğu hâlde gökkuşağını görüyorlardı. Mutluluk bu olmalıydı.”
“Keşke başka şartlarda olsalardı o da Emin gibi olsaydı, talihsiz kaza olmasaydı, ara sıra bunlar aklından geçiyordu. Birinin bir anlık yaptığı hata başka birisinin tüm yaşamını etkiliyordu. Acımasız bir hayat, nereden baksan garipliklerle dolu, onca yaşanmışlıklar bir saniyede altüst olabiliyordu.” Ebru aklının, kalbinin bir köşesinde hep bunları geçiriyordu. Hep bir korku vardı içinde, kendinden bile sakladığı.
“Yersiz düşüncelerle uğraşma, sen benden, ötekinden, çoğumuzdan daha sağlıklısın. Yürüyüp de aklını boşa kullanan o kadar çok kişi var ki çevremizde, onlar şu an senin yerinde olmak için can atıyorlar, sen oturmuşsun neler düşünüyorsun. Kendine gel, kendine.” telkinlerine rağmen Ebru, içten içe hep bilmişti çekeceklerini. O güzel rüyalardaki soğuk silüet söylüyordu bunu, hiç konuşmadan hem de.
Bazen hayatın altı üstünden daha görkemli, daha zor olsa da daha güzel olabiliyordu. Herkes ektiğini biçecekti, herkes ettiği büyük lafları ekmeksiz yemek zorunda kalacaktı. Bu hikâyenin tek kazananı ise, şüphesiz, kalbinde engeli olmayanlardı.