“Kül rengi bulutlarla kaplı gökyüzü suyun rengini de kararttı. Dalgalar hırçınlaştıkça denizin dişleri gibi görünüyordu yer yer köpükler. Su birden yarıldı. Denizin dişlerinden daha keskin, daha korkunç dişler göründü yarılan suyun üstünde. Zavallı fok kendisini birkaç metre yüksekte buldu ve daha ne olduğunu anlayamadan aynı keskin dişlerle birlikte serin suların derinliklerine gömüldü. Büyük beyaz köpek balığı, dinozor çağından kalma bir canavar gibi kendisini bir anlığına göstermiş, avıyla birlikte yine saniyeler içinde kaybolmuştu. Suyun üstü tekrar eski dinginliğine kavuştu. Dalgalar, büyük bir trajedinin arkasından hızlıca kapanan perde gibi her şeyi gizleyivermişti. Bu büyük gösteriye şahit olan martılara, albatroslara tebrik çığlığı, coşku sağanağı fırsatı bile vermemişti içe dönük deniz. Bir varmış bir yokmuş oldu yavru fok.”
Nuh Öztürk, Mavi Cehennet ile denizin derinliklerini seriyor önümüze. Yunuslardan yengeçlere, köpek balıklarından ahtapotlara, deniz kaplumbağalarından orfozlara kadar birçok su altı türüyle karşılaşıyoruz bu distopik romanda. Yönetenlerle yönetilenlerin, avcılarla avlananların, büyük balıkla küçük balığın ezelî hikâyesidir bu. Isınan suya, kirlenen kıyılara, nesli tükenmekte olan türlere ağıttır aynı zamanda. Romanın her bölümünde farklı su altı sakinleri âdeta cennetle cehennem arasındaki akıntıda sürüklenir. Akarsu ağzı kadar bulanık, tropik sular kadar berrak, mavi cehennette.