“İnsanlar ne kadar büyürlerse büyüsünler, ne kadar ihtiyar olurlarsa olsunlar yine bazı dakikalar vardır ki annelerine sokularak çocuk olmak isterler. Annesinin yanına oturdu. Kollarıyla onun zayıf, kuru vücudunu sardı, gözlerini gözlerine dikti; bir müddet öyle, şimdi ikisinin de dudaklarında ne açılmaya ne kaybolmaya cesaret edemeyen acı bir tebessümle bakıştılar; sonra Ahmet Cemil:
— Anne! dedi, bu hitabı sıcak bir tesliyetle kalbini yıkayarak tekrar etti:
— Anne, müsaade eder misin? Senin dizine yatayım... Hani ya bir vakitler beni dizine yatırır da saçlarımı okşardın? İşte yine öyle yatayım, beni yine öyle, güya sekiz on yaşında bir çocuk gibi okşa...”
Hayat karşısında tecrübesiz gençler oldu bu ülkede. Ne geçmişin mirasını omuzlarına alabildiler ne de yeni medeniyetin ağırlığına dayanabildiler. Oysa ki kendilerinden önce gelenler uyarmışlardı bu gençleri. İçine girmeye çalıştıkları, merak ettikleri medeniyetinin nasıl bir dünyayı imlediğini söylemişlerdi. Ama…