Karanlığın kaç dil bildiğini öğrenmeye, kedilere ve delilere yetmiyor aklımız. Bir şarkı tırnaklarını tam da sağalır diye umduğumuz o yaraya geçiriyor. Bu sefer kar bizi kürüyor, şehvet etimizle çoğalıyor, babalar ölmeyi herkesten daha iyi biliyor. Yeniden başlamak istiyoruz karanlığa, sonra kedilere ve delilere. Bir şarkı daha söylesek diyoruz, bir mevsim daha geçse. Olmuyor. Ölüm, dayamış ağzını sol mememize, sütten kesilmemizi bekliyor.
Jale Sancak, Lodosla Gelen`deki öykülerle hep oralarda olsalar da artık görmeye gücümüzün yetmediklerini anlatıyor bize. Kızmadan, bağırmadan, parmak sallamadan yapıyor bunu üstelik. Zengin ve bereketli bir üslupla söylüyor her şeyi.
"Mor yelkovanın ardından giden kadının hikâyesini hatırladı birden, içi sızladı, hanidir yüreğine uğramayan bir duyguyla sarsılarak dokundu dalgaların getirip bıraktığı kıpırtısız, yaralı bedene. Kadın gözlerini araladı, kâbustan sıyrıldı, üzerine eğilen Hatice’ye şaşkınlıkla baktı. Lodostan kalan koku, klarnetin kıvrak gezinişi, rüzgârın oralara dek taşıdığı bir vapur düdüğü, martı sesleri aktı aralarından, yaşanacak nice ânın sözleri... Kanca Cemil asılı kaldığı boşlukta, kadını kucaklamaya çalışan kızına kıvançla gülümsedi. Besbelli sağaltacaktı Hatice onu. Lodosun hediyesini sarıp sarmalayacaktı."