Her kalp yanar, illaki tutuşur bir yerinden…
Önce alabildiğine kızıl, alabildiğine kor; önüne kattığı her şeyi yutacakmış kadar hararetli, şiddetli… Sonra yavaş yavaş kaybeder kudretini, alevler cılızlaşır, köze döner. İçin için yanmaya devam eden köz ateşinde kimler ve neler kavrulur bilinmez. Bu bilinmezlikte birinin hikayesi bir diğerinin kalbine, öteki ise bir başkasına değer. Her kalbin içinde bir avuç ‘köz’... Ateşi içinde saklı. Uzaktan bakınca sönmüş gibi görünen, dokununca yakan sırlı nar…
Anadolu… Efelerin Efesini bekleyen Anadolu… Yıllarca alevlerin üstünde ne varsa yalayıp yuttuğu topraklar ateşini içine almış, garip bir nizamsızlığa terk edilmiş.
Sert bir rüzgârın adıydı Poyraz. Anası çok istemişti bu adı koymayı; *Kayalar gibi sert olsun oğlum, dayanıklı güçlü ve yiğit olsun, üşütsün geçtiği yeri, çarpsın kötü suratlarda acı acı. Gerektiğinde dursun ama çekinsin herkes ondan; gözü kara aklıselim olsun.* istemişti. Bir Rum ateşiyle yanıyordu Poyraz. Ateş Eftelya adını taşıyordu.
*Kendi cinsleriyle uçmayı reddeden iki ayrı kuşuz biz aslında. Ben bir serçe, sen de göçmen bir kuş… Senin uçtuğun diyarlara gücüm yetmez benim.*
*Aşk imkansızı sever; mümkün olmayanı arar, bulur gönül. Biz de olmayacak onca şeyin arasında aktık birbirimize. Delidolu çağlayanlar gibi, dalgası içinde saklı ummanlar gibi, göğü yaran şimşekler gibi… Sevdalandık. Adı konmamış tüm sevdaları bağrında tutan bu kederli topraklarda ikiden bir olmayı düşledik. Yangının orta yerinde sevdalanmak zormuş Efeler; bilemedik…*
Ayrı ayrı mekan ve zamanda yaşasak da, kader bir şekilde bulur ve görünmez bağlarla bağlar bizi birbirimize… Söylenmemiş bir söz, tutulmamış bir yemin, yaşanmamış bir aşk… Hiç ummadığımız bir yerde, ummadığımız bir zamanda unutulan ‘bir an’ bizi kıskıvrak yakalar ve bazen içimizden herhangi birinin, bazen bir şehrin bazen de koskoca bir ülkenin kaderi değişir…*