Yusuf ve Tosun Bey, Karlıova’ya doğru yola çıktılar. Atlarını serbest bırakmışlardı. İkisinin de yönü Karlıova’ydı ama gönülleri, çok farklı yollardaydı. Tosun Bey, son bir aydır yaşadıklarını düşünüyor, bunları anlamakta güçlük çekiyordu. Filipe, Kızanlık ve Ta t a rp a z a rcık gibi güzelim güller diyarlarında neler oluyord u böyle? Niçin gül alıp gül vermek yerine, kan, kin ve düşmanlık alınıp veriliyordu? Yüzlerce yıldır Müslümanlarla kardeş kardeşe yaşayan Bulgarlar, nasıl bu kadar acımasız oluyorlardı? Bunlar gibi nice soru Tosun Bey’in beyninde birbirleriyle çarpışıyor, cevap denen çıkış yolunu arıyordu. Yusuf da Tosun Bey gibi, *Bulgarlar niçin ayaklanıyor, günahsız insanlar, acımasızca niçin öldürülüyor?* diyor, beynindeki sorulara cevap arıyordu. Bu soruları To s u n Bey’e sormak istedi. Anladı ki onun hali kendinden farklı değildi. Kime sorsaydı, ninesine mi, yoksa hocası İsmail Pehlivan’a mı? Yusuf, *Ya Rabbi, beynimdeki cevapsız suallerin, cevabına kavuşmamı nasip et* diye dua ediyord u . Üstelik Yu s u f’un hali Tosun Bey’den daha fenaydı. O, daha hayatın gerçek güzelliklerini tanımadan, küçük acılarıyla karşılaşmadan, çok büyük, çok yıkıcı, pek çok akıllı kimsenin dahi cevap bulamadığı acılarla karşı karşıya kalmıştı.