Okul; onun geleceğinin şekilleneceği, hayallerine giden yolun ruhsatını vereceği en önemli yerdi. Onu en iyi anlayan, uyuyana kadar ona ninniler söyleyen, hayalleriydi. Yine o hayallerden birinde okul kapısından içeri girdi, sınıfları dolaştı… Okulun arka bahçesinde, bir kenara atılmış ziyan olmasın diye kışın yakmak için bekletilen budanmış ağaç dalları hâlâ aynı yerde duruyordu. Bir dalın üzerine bastı, kuruyan dal kendisi gibi narin bir eda ile sessizce kırıldı. Dalların kırılmadan önceki hâllerini, ağaçtayken nasıl yeşil olduklarını, meyve verdiklerini, şimdi ise üzerlerine basınca nasıl da kırıldıklarını düşündü. Tıpkı insan gibi… Tıpkı koparanlara sesini çıkaramadığı gibi kıranlara da sesini çıkaramayan annesi ve kendisi gibi…
Sokağın başında gördüğü an saçlarını okşamasını her gün umutla beklediği babasını her şeye rağmen minik yüreğinde hiç öldürmeyen Nehir’di o. Annesi koymuştu adını. Nehirler gibi korkusuz, akıcı ve berrak olsun, demişti. Oysa o; kadının hor görüldüğü, erkeğin yüceltildiği bir dünyada öfke, kırgınlık, baba özlemi, sevgisizlik, şiddet ve daha birçok acı duyguyla geçen çocukluk ve genç kızlık dönemlerinde, “Kadınlar insan mı?” sorusunu sormaktan artık bıkmıştı.
Erkek evlat, kız evlat ayrımcılığının kurbanı olarak ezilmiş, umutla o cehennemden kurtulacağı günleri hayal eden Nehir, özlemini duyduğu hayata kavuşabilecek miydi?