Geçen yaz, Akdeniz sahillerinde gezinirken çakıl taşları topladık. Yüzyıllardır dalgaların okşadığı, törpülediği sıradan taşlardan farklıydılar. Üzerinde deniz canlılarının yaşam alanı kurduğu; böylece de, oyuntular açarak işlediği, iz bıraktığı taşlardı bunlar. Biri diğerine benzemeyen, özgün, görmüş geçirmiş taşlar.O denli çoktular ki...Özellikle biri, son derece etkiliydi. Oysa, işte, o da sayısız çakıl taşlarından herhangi birisiydi sonuçta.Rastlantısal olarak karşımıza çıkan ve geçmişinden sıyrılmış duran bu taşta, unutulmaya ayak direyen gizemli bir iz vardı. Mekanından göçüp gitmiş bir deniz canlısının kendini ele vermeyen bütün bir hayat çizgisini görebiliyorduk. Bir hayat, simetrik bir biçimde kazınmıştı taşın böğrüne. Gerçeğin ta kendisiydi karşımızdaki.Uçsuz bucaksız zaman yolculuğunun kısacık bir anında, organik bir canlının inorganik bir mekana, bir çakıl taşına üşenmeden attığı bir çentikti, kazıdığı bir mühürdü bu, yaşadığını itiraf eden. Taşın dokusuna nüfuz etmiş olan şey, yaşanmış bir an`ın zamansız bir şifresiydi. Fark edilmeyi ve çözülmeyi bekleyen bir karakutu gibi.Hayatın karakutusu...Haziran, 1995
Yayınevi
:
Aras Yayıncılık
1. Hamur