1864 yılı baharı. Çerkesler Adıge topraklarından tarifsiz bir zulümle çıkarılıyor. Direni ve ihanet kol kola. Sonrasında dönemin İstanbul’una gidip kendimizi Zişan’ın, Aksara’nın ve Çestav’ın trajik hikayesinin içinde buluveriyoruz:
“Göğsüne ilk harfi düştüğün çocukluğundan bu yana yazmayı kağıtla konuşmak saydın. Şimdi aranızda kelimelerle örülmüş günler, yola düştüğün sayfalarda yükselen dağlar dururken çıkagelirse eskiye dönmek büsbütün imkansız. Teselliyi mürekkep denizlerinde aramaktan başka çare gelse aklına deneyeceksin, gelirse dene, değer. Hayat daha huzurlu orada, farkındasın kağıda dokunduğundan bu yana. Irmaklara dökülen, kuyulara düşen, sırasında dağlara çıkan, yıldızlara tutunan kelimeleri toplamayı başarır mısın bilmiyorsun ama kararlısın. Dener, olmadı yırtar atarsın, kim bilecek; yazmak her halükarda iyi gelecek itildiğin, maruz kaldığın, mecbur bırakıldığın ama sonunda bile isteye giydiğin yalnızlığa. Dağı dağa eklesen, rüzgarı rüzgara, kuşun birini diğerine, ihtimal avuç kum tutacak aldığın yol. Teleğinden hafif masal kuşları çıkacak karşına. Aklına geleni, geldiği gibi geçir istersen sayfalara. Düğümleri çöz kalbinin, kelimeleri hapsetme birbirine, sular aksın avuçladığın harflerin arasından. Haydi başla.