Tükendi
Stok AlarmıÖlüm, Yas ve Hayaletler
Aslı Zengin
Ölüm ve yaşam arasındaki ilişki tarihçilerden antropologlara, edebiyatçılardan felsefecilere, birçok araştırmacının ilgi alanına giriyor. Bu çalışmalar arasında kavramsal açıdan kanımca en ilgi çekici olanları çerçevesini ölüm mevhumuna bir son veya bitiş olarak değil de, yeni bedensellikler, ilişkiler, hikayeler ve sözler kurabilen yaratıcı bir güç olarak yaklaşanlardan oluşuyor. Ölüm ve ölülerle girilen ilişki maddi ve manevi aidiyetlerin kurulduğu ve pekiştirildiği toplumsal alanları başka bir gözle anlamamızı sağlar. Örneğin, cenaze merasimleri, ölüyü toprağa verme ritüelleri ve yas tutma pratik ve söylemleri aslında yaşamın ölüm tarafından kültürel, toplumsal ve siyasi olarak kurulma ve düzenlenme hallerini vurgular. Hem ölüm hem de yas bizlere aidiyetlik, yakınlık ve kurulan maddi ve manevi ilişkilerin çeşitliliğine dair çok sayıda hikâye anlatır. Egemen normları ve iktidar ilişkilerinin işleme biçimlerini kavrayabilmemiz için önemli bir alan açar. Devlet, din, cemaat, aile ve başka yakınlık ilişkilerinden oluşan egemenlik biçimlerinin bedeni kurma ya da bozup parçalama hallerine dair toplumsal bir çalışma alanı sunar. Ölüm ve yas aynı zamanda ekonomik, siyasi ve ekolojik sistemlere ve bu sistemlerin yarattığı eşitsizliklere dair söz ve politika üretebilmeyi sağlar. Yasın zamansallıkla kurduğu ilişkiyi düşünürsek, ölüm hem geçmişe hem bugüne hem de geleceğe dair yeni patikalar örer. Özetle ölüm ve yasa odaklanarak toplumsal projeler, kültürel dinamikler, siyasi talepler, toplumsal hafıza, iktidar ilişkileri ve gelecek tahayyüllerine dair yeni bakış açıları inşa edebiliriz.
Peki ölüm ve yasın bu genel çerçevesi hayatın queer ve trans hallerine dair neler söyleyebilir? Ölüm ve yasa dair queer ve trans bir yaklaşım geliştirmek ne anlama gelir ve neleri görünür kılar? KaosQ+’nın Ölüm, Yas ve Hayaletler dosyası bu soruları kendine mesele edinerek ölüm ve yas alanını egemen olan toplumsal normların nasıl düzenlediğine ve buna karşı lubunyaların verdiği yaşam ve siyaset mücadelelerine odaklanıyor. Ölüm ve yas alanı queer ve trans yaşamlara dair adalet ve eşitlik mücadelelerinin merkezinde duruyor. Mesela, lubunya ölüm dünyasını düşünürken çeşitli şiddet ve ayrımcılık biçimlerini art arda sıralamak mümkün: Miras, bakım, defin, mezar yeri, vs. gibi ölümle ilgili toplumsal ve yasal haklar alanında ayrımcılık; öldüren veya ölüme terk eden cishetero aile yapısı, devlet ve din kurumları; trans kadınlara yönelik nefret cinayetlerinde uygulanan haksız tahrik indirimi; savaş ve işgal altında lubunya olarak verilen yaşam mücadeleleri; LGBTİ+ mülteci ve göçmenlerin cenazeleri; lubunya intiharları; HIV/AIDS`le yaşayan veya ölen lubunyalara yapılan ayrımcılıklar ve lubunya ölümlerinin medya temsilleri.
Bütün bu örneklerin hepsi bizlere egemen normların tam olarak neresine düştüğümüzü, içinde mi yoksa dışında mı, tam ortasında mı yoksa kıyısında mı olduğumuzu anlatıyor. Egemen normlarla kurduğumuz ilişki ölüm sonrası toplumsallıkta ya da diğer bir deyişle toplumsal yas ve hafıza dünyalarında pay sahibi olabilmenin de koşullarını şekillendiriyor. Türkiye’de devlet, cishetero-ataerkil aile yapısı ve Sünni İslam’ın kurumsallaşmış hâkim yorumlarının ittifakı ölüm ve yas çerçevesine dair bir egemenlik kuruyor ve ona göre değer ve pratikler belirliyor. Din, mezhep, etnik kimlik, cinsiyet kimliği ve cinsellik açısından hâkim toplumsal kabullerin dışına düşen ölüm ve yas süreçleri toplumsal konumlarına göre şiddet, ayrımcılık, dışlanma ve inkara maruz kalabiliyor. Bu toplumsallık içerisinde lubunya yaşamlarının ölümle her an burun buruna olma tehdidi altında şekillendiğinin altını çizmek gerekiyor. Çoğu lubunya için yaşam sürmek aslında ölümün her an kol gezdiği, kolaylıkla ölümün kucağına düşebilme ihtimalini barındıran bir hayat yaşamaya denk düşüyor. Lubunya karşıtı toplumsallığın ve iktidarın neden olduğu erken veya zamansız ölüm biçimleri, nefret cinayetleri ve katillerin seçtiği canavarca öldürme yöntemleri queer ve trans ölüm dünyasını tanımlayan dinamiklerin başında geliyor.
Egemen ölüm ve yas süreçleri aynı zamanda lubunya karşıtlığını sistematik bir şekilde üretiyor ve geride kalan lubunyaların yaşamına türlü çeşit hallerde etki ediyor. Ölüm, Yas ve Hayaletler dosyasının dert edindiği mevzulardan biri de ölümdeki adaletsizlik. Çünkü biliyoruz ki, adalet, yaşama dair olduğu kadar ölüme dair de bir talep. Yani nasıl yaşadığımız kadar nasıl öldüğümüz de adaletin konusu. Unutturma, yok sayma, istatiksel bir veriye dönüştürme veya kimsesizleştirilme queer ve transların ölümleri sonrasında sıkça başvurulan bir iktidar teknolojisi olabiliyor. Bu konuyla ilgili olarak Riley Snorton ve Jin Haritaworn’un Trans Nekropolitika yazıları son derece önemli tespitlerde bulunurken aynı zamanda ölüm ve yas alanını siyasi olarak örgütleyen trans mücadelelerinin olduğunun da altını çiziyor. Bu noktada Türkiye’de ölüm ve yas alanını yıllardır büyük çabalarla örgütleyen trans hareketine dair birkaç söz söylemek gerekiyor. İstanbul özelinde konuşacak olursak, İstanbul LGBTT Derneği’nin 2008-2017 yılları arasında aktif olduğu zamanlarda trans cinayetlerine dair düzenlediği kampanya ve eylemleri hatırlamamız önemli. İstanbul LGBTT’de aktif olarak yer aldığım 2009-2011 yılları arasında ben de bu eylemlerin bir parçasıydım. Eylemlerin çoğu trans kadın cinayetleri karşısında devletin ve toplumun takındığı eşitsiz tavra vurgu yapıyordu. Bu durum hala devam ediyor. Hem trans hem natrans kadın cinayetlerinin yargılanma sürecinde katiller “haksız tahrik” yasal düzenlemesiyle ceza indirimi alırken, yasanın kendisi öldürülen bedenleri hukuki araçlarla değersizleştirebiliyor. Kaybın kendisine, dolayısıyla da yası tutulan bedene, ceza indirim yoluyla sembolik şiddet uygulanıyor ve böylece fiziksel şiddet ve cinayetlerin normalleşmesi meşru hale geliyor.
Bu cinayetlerin işlenme biçimleri üzerine de konuşmak lazım. Özellikle trans kadın cinayetlerinde fiziksel işkenceyle, defalarca saplanan bıçak darbeleriyle ya da yakılarak öldürülen bedenlerle karşılaşabiliyoruz. Buradaki canilik insanı fiziksel olarak katletmenin ötesine geçen, bedenini bir kere değil defalarca öldürmeye yönelik bir düşmanlık ve nefret biçimini içeriyor. Bu meseleyi daha kapsamlı tartışabilmek amacıyla dosyamızda Eric Stanley’nin Amerika’daki trans ve queer cinayetleri özelinde irdelediği makalesine yer veriyoruz. Bahsi geçen cinayetlerin basında yer alma biçimleri de ölüye yönelik şiddetin başka bir boyutu. Bu mesele ile ilgili olarak Jiyan Andiç ve Birgül Karakaş’ın trans kadın cinayetlerinin Türkiye basınındaki temsillerine odaklandığı nitelikli çalışmasını dosyamızın ilerleyen sayfalarında okuyabilirsiniz. Öldürülen lubunyaların hayat hikayeleri, bedenleri, cinsellikleri ve cinsiyet kimlikleri ahlaki değer ve kodlar adı altında şekillendirilerek topluma servis ediliyor. Bu da ölüye ve ardında kalanlara uygulanan sembolik şiddetin ve adaletsizliğin bir örneğini oluşturuyor.
Lubunya cenaze ve yas süreçleri şiddet ve ayrımcılığın sert şekillerde yaşandığı diğer önemli bir alan. Türkiye’deki hâkim cenaze ve yas ritüelleri daha çok Sünni İslam değerlerine göre şekillendiği için cenaze törenlerinde kadın ve erkek cinsiyet ikiliği baz alınıyor. Yani egemen dini değer ve pratikler ölünün yıkanıp hazırlanmasından defnine kadar olan süreci kadın ve erkek için farklı şekilde düzenliyor. Dolayısıyla ikili cinsellik ve cinsiyet düzeni dışında kalan kişilerin cenazesi bir şiddet veya dışlanma alanına dönüşebiliyor. Örneğin, daha önce başka yazılarda tartıştığım gibi lubunyaların cenazeleri aileleri tarafından reddedilip sahipsiz bırakılabiliyor. (Zengin 2015, 2019). Queer ve trans cenazelere sahip çıkmaya çalışan dayanışma ağları, arkadaşlık, yoldaşlık ve sevgililik ilişkileri devlet tarafından yasal görülmediği için engellenebiliyor. Çocuklarının ölüsünü reddeden, onlara mezar yeri bile layık görmeyen aileler ortaya çıkabiliyor. Bu aileler, kendileri terk etmekle yetinmedikleri gibi çocuklarının seçilmiş aile bağlarına cenaze esnasında karşı çıkabiliyorlar. Yani yasın toplumsal biçimlerini cinsiyet ve cinsellik temelinde yasaklayabiliyorlar. Bunu yaparken de sırtını devletin sadece kendisine vermiş olduğu aile haklarına ve miras hukukuna yaslıyorlar. Devlet kan bağını yasalar yoluyla tüm diğer yakınlıkların üzerinde tanımladığı için aileye hem cenazeyi yasal olarak kimsesiz kılma, hem de cenazeye sahip çıkmak isteyen diğer yakınlık ilişkilerini inkâr etme yetkisini veriyor. Böylece devlet, yakınlık ilişkisini ailenin ve akrabaların kan bağı üzerinden elde ettikleri bir ayrıcalığa ve mülke dönüştürüyor.
Aynı dışlama ve ret mekanizmalarını “genel ahlak” diye tabir edilen değerlerin dışında yaşayan kadınların cenazelerinde de görebiliyoruz. Seks işçiliği yapan ya da cinselliğini evlilik dışı yaşamayı seçen heteroseksüel kadınların cenazeleri de benzer şiddet biçimlerine uğrayabiliyor. Ya da genel ahlak kodlarına uygun yaşasa da tecavüze veya tacize uğrayıp öldürülen ve ölüsüne sahip çıkılmayan kadınlar da var. Toplu yas tutma hakkı elinden alınan bir sürü seks işçisi, queer ve trans var. Ailesi tarafından dışlandığı için geniş aile içerisinde bir kayıp yaşandığı zaman kendisine haber verilmeyen, cenazeye çağrılmayan ve cenazeden kovulan insanların sayısı epey fazla. Tüm bu örnekleri beraber düşündüğümüzde cenaze ve yas pratiklerinin egemen cinsiyet ve cinsellik değerleriyle nasıl yakından ilişkili olduğunu anlayabiliriz. Öte yandan, bu dini değerleri benimseyip Müslümanlığın queer yorumlarını ölüm ve yas üzerinden hayata geçirme mücadelesi veren dindar lubunyalar da var. Ahmad Qais Munhazim ve Wazina Zondon’ın beraber kaleme aldıkları otoetnografik yazıları tam da bu meseleye odaklanarak ölüm ve yas sürecinin dinin queer yorumlarına açtığı imkanları tartışıyor.
Şunu da belirtmek önemli: Şüphesiz Türkiye’de her ölüsünü yıkayan ve ölüsünün yasını tutan insan bunu dini inanç beklentileri ve kuralları doğrultusunda yapmıyor. Hatta imam eşliğinde camide yapılan her cenaze töreni illa dini saikle yapılmak zorunda değil. Bunu sadece Müslümanlıktan ötürü yapmayan da bir sürü insan var. Yıkama, kefenlenme ve toprağa defnetme merasimi Türkiye’de kültürel olarak egemen olan cenaze ve yas anlayışına tekabül ediyor. İnsanların kolektif bir şekilde yasını tutabildikleri, yasın ve kaybın görünür ve tanınır olduğu, toplum nazarında kabul, şefkat, saygı ve anlayış gördüğü yegâne alanlardan birisi. Dolayısıyla Müslüman cenaze ve yas çerçevesi içerisinde sekülerlerin, ateistlerin ve deistlerin cenazelerinin kılındığına rastlamak da mümkün. Aile mensupları ve ölünün yakınları bu törenlere katılıp onun gerektirdiği işlemleri yaparken ölüye karşı yerine getirilmesi gereken toplumsal ve ailevi göreve sahip çıkıyorlar. Böylece merhuma topluca veda etme şansı buluyorlar. Ama daha önce belirttiğim gibi, bu egemen cenaze ve yas çerçevesinden aynı aile kurumu tarafından dışlanan bir sürü lubunya, seks işçisi ve ahlaksızlıkla yaftalanan kadın da var. Peki dışlanan bu ölüler bizlerle nasıl konuşuyor, bizlere ne anlatıyor?
Lubunya hayaletler
Ölümleri ve yasları kayda değer görülmeyen lubunyaların, bazen de isimsiz, unutulmuş veya harcanmış olmayı reddedişlerine tanık oluyoruz. Hayatın devam eden akışına musallat olarak, bize kendilerini hatırlatarak toplumsal ve siyasi hafızamıza müdahale edebiliyorlar. Bu da ölünün ardında bıraktığı izler, hafıza parçacıkları, kalıntılar üzerinden kendini gösterebiliyor. Hatırlanma ve yas bir adalet temennisi olarak ortaya çıkabiliyor. Lubunya ölülerin bizlere ne anlattığına; hayaletlerinin ve ruhlarının toplumsal ve siyasi yaşamın içerisinde kendilerine nasıl alan açtıklarına yoğunlaşmak önemli.
Sosyolog Avery Gordon Ghostly Matters (Hayaletimsi Meseleler) kitabında geçmişin bugüne her zaman musallat olduğundan bahseder. Bu yüzden de hayaletleri ciddiye almamız gerektiğini dile getirir. Hayaletlerle karşılaştığımız anlar zaten halihazırda açık olan ama göz ardı edilmiş bir kapının kendini göstermesine, yeniden hayat bulmasına vesile olur. Bildiğimiz, sürekli yürüdüğümüz ve normalleştirdiğimiz güzergahlarda bizi durdurup başka türlü karşılaşmalara, yönelimlere ve farkındalıklara imkân yaratabilirler. Hayaletlerle kuracağımız yakın ilişki yaşadığımız toplumsallığa dair ne gördüğümüz ve bu toplumsallığa dair ne bildiğimiz arasındaki ilişkinin yeniden ve yeni biçimlerde müzakereye açılması anlamına gelebilir. Gordon’un musallat olmaya dair oluşturduğu bu teorik çerçeve aynı zamanda toplumsal tahayyüllerimizin radikal biçimlerini araştırmaya ve kanıksayıp içselleştirdiğimiz bilgi ve dünyaların sınırlarını aşmaya dair de yöntemsel araç ve gereçler sunar. Ölüyle yakın ilişki içerisinde olmak yeni öznellikler ve toplumsallıklar doğurabilir. Gordon şöyle devam eder: “Musallat olanla beraber ev dediğimiz yer konforunu ve aşinalığını kaybeder, halledilip geride bırakıldığı düşünülen şeyler yeniden hortlar, sürekli kör noktada duran şeyler görüş alanının içerisine taşınır. Musallat olmayla hortlaklar belirir ve bu durum zamanın içinde yerleştiğimiz pozisyonları ciddi biçimde değiştirir. Zamanı geçmiş, şimdi ve gelecek diye dilimlere ayırma yollarımızı, yöntemlerimizi tepe taklak eder.” (xvi)
Bazı hayaletler ise musallat olabilmek için çağrılmayı, kapatıldıkları yerlerden çıkarılmayı beklerler. İşte o zaman iş bize düşer: unutturulmaya çalışılmış, göz ardı edilmiş veya sansürlenmiş hayaletlerimizi arayıp bulmak ve ölülerimizi çağırıp egemen olana musallat etme işi siyasal bir sorumluluğa dönüşür. James Baldwin The Evidence of Things not Seen (Görülmeyen Şeylerin Tanıklığı) isimli kitabında “ölülerinizi gün yüzüne çıkarın!’ diye bir çağrıda bulunur. Baldwin bu kitapta 1979-80 yılları arasında Atlanta’da Siyah çocukları hedef alan cinayet vakalarına odaklanır. Irksallaştırma ve ırkçılığın çocukları sistematik olarak nasıl öldürdüğünü ya da sürekli ölüm tehdidiyle gündelik hayatlarını nasıl terörize ettiğini anlatır. Öldürülebilir olmanın verdiği terör duygusu içerisinde bir yaşam sürmek ne demektir, bunu ayrıntılandırır. Ölüleri gün yüzüne çıkarmak, ölülerin hikayelerini anlatmak egemenin düzenine karşı verilen mücadeleye dair bir panzehir işlevi görebilmektedir. Grace Kyungwon Hong benzer bir yaklaşımla şöyle der: “Ölüleri gün yüzüne çıkarmak bu ölülerin önemsizleştirilmesine, unutulmasına veya daha kötüsü bu ölümlerin kazara veya rastlantısal olarak temsil edilmesine karşı çıkmaktır. Bu demektir ki bu ölümler sistemik ve yapısaldır. Ölüleri gün yüzüne çıkarmak hem anmaktır hem hafızaya ve bilgiye sahip çıkmaktır, hem de meydan okumadır. Mücadele ve hayatta kalma biçimidir. Hayatı politik olarak örgütlemenin ve hayatı kuran koşulları yeniden gözden geçirip dönüştürmenin imkanını bizlere sunabilir.” (126-7)
Hayalete dönüştürülen yaşamları artlarında bıraktıkları izlerin bizlere açtığı patikalar üzerinden gün yüzüne çıkarmak aynı anda birçok anlam ifade ediyor: Kaybolan yaşamları anmak, hafızaya ve hayat bilgisine sahip çıkmak, yaşatılan şiddete meydan okumak bunlardan birkaçını oluşturuyor. Bizlerden zorla koparılanların izinden gidersek hayatı kuran koşulları yeniden gözden geçirip dönüştürmenin imkanını yaratmak için çaba göstermiş sayılabiliriz. KaosQ+’nın Ölüm, Yas ve Hayaletler sayısı tam da bu saikle lubunya kayıplarımızın hayaletlerine toplumsal, siyasi ve sanatsal hayatlarımızda yer açıyor. Örneğin, Deniz Atakan Gürbüz’ün yazısı İstanbul Şişli sokaklarındaki Ermeni ve lubunyaların karşılaşmalarını çarkın açtığı hayaletimsi alanlar olarak ifade ederken soykırım ve cinsiyetçi/cinsel şiddetin bugüne musallat olma biçimlerine odaklanıyor. Gizem Aksu kendisinin çektiği Hepimiz için 9/8’lik bir Dövüş belgeseline yer verdiği yazısında Roman queer bir boksörle jenerasyonlar ve coğrafyalar arası kurduğu hayali arkadaşlık üzerinden ölüm ve göçmenliğe dair açılan yas imkanlarını değerlendiriyor. Ömer Tevfik Erten Covid19 zamanı aylar süren kapanma ve izolasyon ortamında bir hayaletle girilen queer yakınlaşma hallerine dair etkileyici bir hikâye anlatıyor. Sandra Ruiz’in makalesi ise Eva Margarita Reyes ve Pedro Lopez’in sanat işlerine odaklanarak ölümü yaşamın parçası haline getiren yas tutma işinin kolektif emeğine ve queer hallerine dair önemli tespitlerde bulunuyor. Dosyadaki diğer eserler lubunya ölümlerini ve hayaletlerini gün yüzüne çıkarmak, yitip gidenin ve toplumsal yaşamdan zorla silinenin önemsizleştirilmesine, unutulmasına veya bir kaza unsuru olarak temsil edilmesine karşı çıkmaya çağırıyor. Ölüm ve cinayetlerin münferit değil, sistemik ve yapısal olduğunun altını çiziyor.
Ölüm ve yas alanının bu türlü biçimiyle olan iç içeliğimiz Audre Lorde’un şu şiirini aklıma getiriyor: ‘Daha kaç tane ölümü – her gün yaşamak zorundayız – yalandan- canlıymışız gibi yaparak?’ KaosQ+’nın dosyası ölen, öldürülen veya cenazesine dahi izin verilmeyen lubunyalık hikâyelerini sayfasına taşırken, artık aramızda olmayan lubunyaların hayaletlerinin yaşayanlarla nasıl konuştuğuna, toplumsal ve siyasi yaşamın içerisinde kendilerine nasıl alan açtıklarına da bakıyor. Yas, hafıza ve anma alanlarının örülme biçimleri; queer ve trans siyasetin ölüm, cinayet ve yası örgütleme örnekleri; lubunya hayaletler ve bu hayaletlerin musallat olma biçimleri üzerine kapsamlı bir şekilde düşünmeye ve tartışmaya davet ederek ölüm dünyasını LGBTİ+’lar için yeni bedensellikler, ilişkiler, hikâyeler ve politik sözler kurabilen yaratıcı bir alana dönüştürebilme çabasının kaydını tutuyor.