Bir gün bana *Dünyanın en büyük aşkını anlat,* deselerdi, ilk bizi söylerdim ve hep bizi…
Başka hikayeler bilmez, bizden başkasını düşünmezdim. Bir ömür, hatta binlerce ömür; sayfa sayfa, aşkımızı bıkmadan usanmadan yazardım. Ama bir gün bana *Hayatına kan tohumu ekeceksin, kendi elinle bembeyaz sayfaları kırmızıya boyayacaksın,* deselerdi buna asla inanmazdım. *Bu olsa olsa kötü bir rüya,* derdim.
Kulaklarımı kapatır bir daha duymak istemezdim.
Ben Doktor Joseph…
Yaşamın kıyısındaki canlara hayat veren, son nefese hazırlanan çırpınıştaki kalplere umut getiren adam…
Bu anlatılanlara inanamam…
Bu kötü bir rüyadan da beter, adeta bir kâbus. Bembeyaz sayfalarıma atılmış, acımasız ve kanlı bir ok.
Böyle bir aşktı yaşanan, hatta hafızaları derin bir hüzne boğan. Bir elinde kayıp giden aşk, diğer elinde yeni doğan ama bir türlü üzerindeki yabancılığı atamayan bir sevda…
Tanrı’nın bu sınavı, herkesin yüreğinde derin bir iz bırakacak kadar hüzün doluydu. Sahip çıkılmak mı yoksa sahiplenmek mi zordu? Bunu bile bilmiyordu. Ta ki küçücük bir kalbin ona karşı verdiği mücadele karşısında, gözlerinden sessizce yanaklarına dökülen damlalar, kalbine düşene kadar. Thorberta ve Noss… İki güzel yürekti. Düşününce, hangisi hak etmişti Joseph’ın aşkını? Hangisi daha mutlu etmişti hayatlarına giren bu adamı? Her ne kadar koşullar aynı olmasa da, aşkta bir fark var mıydı? İşte bu soruların cevabını Joseph’tan başkası bilmiyordu. Ama onun da bunu düşünecek gücü yoktu. Çünkü, o bir değil iki hayat yaşamıştı, ikisini de anlamamıştı…
Gördüğü sahneler bir düş müydü ya da her gün biraz daha düştüğü mü?
Ne dersiniz?
Bir aşk, diğer bir aşkı doğurur mu hayata?