Korkunun insanın aklında kanayan bir yanı var, aşikâr. Kanıyor, içilmeyi emrediyor; içtikçe kanına doyamadığımız bu canavar bizi kendi kanına susatmaya devam ediyor. Kaşındıran, uyuz, açgözlü, tehditkâr fakat bir o kadar da cazibe maliki. Ne hoş değil mi? İnsana birazcık iradeyle her istediğini yaptırabiliyor. Ama korkunun suları çok derin, uçsuz bucaksız bir engin misali. Ah, elbette gidilebilir, yüzerek karşı kıyıya varılabilir, elbette bu muhtemeldir. Bu yüzdendir merak, bu yüzdendir iştirak. Bu yüzden bir türlü kabullenilemeyen ölüme bile, uyumak denir. Lakin korkunun odağına bir kez düşünce, sırtımızı gıdıklayan o yumuşak dokusundan asla vazgeçmek istemeyiz. Tıpkı en büyük sitemlerini annesine yönelten ve mağlubiyetinin hıncını ondan çıkarmaya çalışan, ama aynı zamanda onu çok seven hayırsız bir evlat gibiyiz. Öyle ya da böyle, korkuyla bir kan bağımız var ve dışarıda savrulan ağaçlardan, gök gürültüsünden, fırtınalardan uzaklaşmak bizi yerin dibine soksa bile, güvende olduğumuzu hissederiz. Ne ahmakça! Üstelik zincirleri kırmak yanlış bir şeymiş gibi addediliyor son zamanlarda. Rutini sevecen kılan bir görüş bu, korkuyu sevecen kılan. Tasmalara tamah etmek, insana rahatlığı hissettiriyor, besbelli. Oysa kır zincirlerini, bugün dağın başında asi bir rüzgâr, yarın yerin dibinde uyuyan bir maden ol demek dururken, uzun ve tehlikesiz bir yaşamı, kim saçmalıklara yeğ tutar ki? tüketmek zorunda kalırız.