İnsanlığın geçen zaman aralığında bizatihi yaşadığı veya tanık olduğu onca savaş, yıkım, kanlı ihtilaller, diktatörlükler, ırkçılık, asimilasyon ve etnik temizlik türünden politikalar bu dönemlerin “Endişe Çağı” olarak tanımlanmasına yeter gerekçeler oluşturmuştur.
Zira modernite ile “tüm kötülüklerin nedeni olarak gördüğü Tanrı’yı öldüren” modern insan, yarınlar için hümanizmanın egemen kılınacağı düşüyle yola çıkmış ancak yolun sonunda maktulün bizzat kendisi olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalmış ve özetle 18. ve 19. yüzyılların “gün ışığı” dünyası 20. Yüzyılın sonuna varmadan yerini “zifiri bir karanlığa” gebe gurub vaktine bırakmıştır.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra farklı din, dil, etnik, ırk ve kültürlere sahip toplum veya toplulukların aynı topraklar üzerinde ortak kaynakları paylaşmak zorunda oluşları nedeniyle çıkması muhtemel çatışmaları önlemek amacıyla uluslararası kimi sözleşmeler, kurumlar ve savunma paktları geliştirilmiş ise de, kanaatimce dini, ahlaki ve kültürel altyapı ile desteklenmediği veya beslenmediği için olsa gerek ki, çoğu zaman beklenen sonuçların alınmadığı açıktır.
İnsanlığın geldiği bu evreden vaz geçme lüksü olmadığına göre kalıcı evrensel bir barışı tesis etme çabasını farklı zaviyelerden pekiştirmekten başka da çaresi yoktur. O vesile ile gerek kutsal öğretileri ve gerekse tarihsel tecrübeleri ile İslâm’ın böyle bir sürece ciddi bir katkıda bulunacağına dair tezimizi güçlendirecek birçok nedenimiz olduğuna inanıyorum.
Zira onun ısrarla vurguladığı üzere bütün insanların aynı biyolojik kökeni paylaştıkları, tüm insanların tarağın dişleri gibi eşit oldukları düşüncesi, Beyaz’ın Siyah’a, Arab’ın Acem’e hiçbir üstünlüğünün olmadığı inancı ve felsefesi tek başına dün olduğu gibi bugün de müessir bir rol oynayacağını söylemektedir.
Bu inanç tarzının insanlar arasında arzu edilen “kardeşlik” bilincini besleyecek en güçlü damar olduğu açıktır. Bu da insanlar arası ilişkilerin hak, adalet, eşitlik, merhamet ve müsamaha gibi önemli ilkeler ekseninde cereyan etmesini sağlayacaktır.
Öğreti ve tecrübe böyle iken, İslâm’ın bilinçli bir proje kapsamında ‘terör’, ‘şiddet’ ve ‘müsamahasızlık’ gibi kavramlarla yanyana getirilme çabaları da hesaba katıldığında, Müslümanlar olarak ikna edici karşı cevaplar geliştirmek gibi temel bir sorumluluğumuz olduğu aşikârdır.