İslam felsefesinin özgün tarafına nüfuz etmek ne zaman mümkündür? İslam felsefesini sadece Meşşaîlik olarak adlandırılan okul ile, yani El-Kindî, Fârâbî, İbn Sina, İbn Rüşd gibi filozoflar ve onların felsefi mülâhazaları etrafında dönen tartışma ve yorumlar ile sınırlı tutmak doğru mudur?
H. Ziya Ülken, *İslam felsefesinin kaynakları ve etkileri ile birlikte Batı düşüncesinin bir halkası gibi ele almak ve ‘filozoflar’ diye sınırlanmış kadroyu mümkün olduğu kadar aşmak*tan bahsederken, alanında artık bir klasik olan bu ufuk açıcı kitabında esas olarak çok daha geniş bir çerçeve çiziyor ve düşünce tarihimizin imkânlarına ve keşfedilmeyi bekleyen gerçek potansiyeline işaret ediyordu.
İslâm felsefesinin kaynağında özellikle Harran’da Yakubî ve Nesturî manastırlarında Süryaniceden Arapçaya çevrilen Yunan klasiklerinin ve dolayısıyla Yunan felsefesinin etkisi çok büyüktü. Gene eski Hint ve İran düşüncelerinin de rolü vardı. Bu felsefe *Akdeniz geleneğinin bir halkası* olarak değerlendirilirse en büyük etkiyi Ortaçağ Batı felsefesi üzerinde yapmıştır.
Peki, eksiksiz bir İslam felsefesi tarihi yazmak için sadece Yunan felsefesi ile Avrupa felsefesi arasındaki bu köprü görevi üzerinde mi durulacaktır? Yoksa Ülken’in vurguladığı gibi kelam, fıkıh ve tasavvuf alanlarında çok önemli eserler vermiş İslâm düşünürlerinin çalışmalarında felsefi olan kısımlarının modern metotlarla ve farklı açılardan ele alınıp, özellikle filolojik incelemelerin yapılmasıyla mı ancak gerçek bir İslâm felsefesi ve düşüncesi tarihine ulaşılacaktır?
İmam Azam, İbn Arabi, Sadreddin Konevî, Molla Câmî, İmam Rabbani, Molla Sadra, İbn Seb’in, Cürcânî, Fahreddin Razi, Taftazani, Siraceddin Urmevi, Molla Fenari, Kemalpaşazade vb. gibi İslâm düşünürlerinin eserlerinin incelenmesi, monografilerinin ve kitaplarının yayımlanmasıyla İslam felsefesinin özgün tarafına nüfuz etmenin mümkün olacağının ısrarla üzerinde duran H. Ziya Ülken’in deyişiyle henüz bir eşikte bulunuyoruz.