Her akşam elimde bir silahla kargaların peşinde bahçede dolaşma alışkanlığım vardı. Bu açıkgöz, kurnaz ve yağmacı kuşlara karşı kökleşmiş bir nefret besliyordum. Söz konusu o gün, her zamanki gibi bahçede dolanıyordum ve her adımımı boş yere atarak (kargalar beni tanıyordu ve sadece uzaktan uzağa ara sıra huysuzca gaklıyorlardı), `bizim` mülkümüzü dar bahçe şeridinden ayıran alçak çitin yanına gelmiş bulundum. Bu bahçe şeridi evin hemen sağından geçiyordu ve oraya aitti.
Aniden sesleri duyduğumda başım öne eğik yürüyordum. Çitin öte yanına baktım - ve donakaldım. Yabancı bir bakış, bakışımla kesişti.
Benden birkaç adım uzakta - yeşil böğürtlen saplarıyla çevrelenen çim tarhında - başında beyaz bir mendil bulunan, çizgili pembe elbiseli ince uzun bir kız duruyordu. Çevresinde dört genç adam toplanmıştı ve küçük gri çiçeklerle her birinin alnına hafifçe vuruyordu - Çiçeklerin adlarını bilmiyordum ama çocuklar onları çok iyi bilir; bu çiçekler küçük keseler oluşturuyordu ve herhangi bir sert şeye vurduğunuzda, yüksek sesle patlarlardı. Bu genç adamlar alınlarını öylesine hevesle sunuyorlardı ki, kızın hareketlerinde (onu profilden görüyordum) öylesine büyüleyici, zorbaca ve okşayıcı, öylesine alaycı ve çekici bir şey vardı ki, nerdeyse hayret ve sevinçle bağıracaktım ve sanırım, o anda, o sevimli parmakların benşm de alnıma vurması için dünyadaki her şeyi verirdim.