Gündüzlerin koşturmaya zerk edilmiş saat zembereğinde bir Mevlevi gibi dönen insanlara, zaman kaygısından yoksun olan her şey hayretle bakmalıydı. Fakat burada o meşhur düalite
körleşiyor, zıtlık denen kendine kaim burada işlemiyordu. Zaman kimse için gereksiz değildi çünkü. Akış denen fenomen görünmese bile herkes bunu tüm kılcal damarlarıyla ve tüm duyu organlarıyla görüyor, işitiyor ve daha onlarca şey ile farkına varıyordu. Fakat bir kesimi ise bu akış fenomeninin sadece karanlığını ve aydınlığını idrak edebiliyordu. Bazıları ise daha ileri gidip yıldızların güneşten daha farklı olduğunun ayırdına varabiliyor, bir kesimi ise okunan ezanları dinleyip o akan şeyin ne olduğunu, neye benzediğini biraz olsun anlamlandırabiliyorlardı. İşte o an insanoğlu ölüme koşarcasına giderken, bir acının içinde bir yerde coşarcasına kanatlandığını hissediyor ve asıl gerçek olanın ölüm değil de “zaman” olduğunu anlıyordu. Bu zaman ise yeknesaklığın getirdiği bir alışılmışlık varsayımıydı. Alışmış da kudurmuştan beterdi. Ve alışan için gündüzler gözlerin gördüğü kadar kötü, geceler karanlığın öngördüğü kadar vesveseliydi.