Herodot çözümsüz bir ikileme dolanıp kalmıştır: Bir yandan yaşamını tarihsel gerçeği koruma, *insanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın* çabasına adar, diğer yandan araştırmalarında ana kaynak gerçek tarih değil, ama başkaları tarafından anlatılmış olan, yani anlatıcılarına sanki öyleymiş gibi gelmiş olan, demek ki seçicilikle hatırlanan ve belli bir niyetle sunulan tarihtir.
Tek kelimeyle: Bu, nesnel tarih değil, ama konuştuğu kişilerin olmasını istedikleri gibi bir tarihtir. Ve çelişkiden çıkış yoktur. Onu azaltmaya ya da hafifletmeye çalışabiliriz, ama mükemmeline hiç erişemeyeceğiz. Bu öznel faktör, onun oradaki deforme edici varlığı, silinmez olarak kalacak. Herodot da bunun bilincindedir ve o yüzden *böyle diyorlar*, *bunu söylüyorlar*, *bunu farklı farklı anlatıyorlar* diyerek sürekli uyarır. Bu yüzden, ideal anlamda işimiz asla gerçek tarihle değil ama hep anlatılmış, sunulmuş, birinin *öyle olmuştur diye* düşündüğü, öyle olmuş olduğuna inandığı tarihledir.
Bu gerçek belki de Herodot’un en büyük keşfidir. Ve Kapuściński son kitabı Herodot’la Yolculuklar’da okuyucusunu işte böylesi bir keşfe davet eder.