Soğuk bir kış günü iliklerine kadar işleyen kar ve sert bir rüzgâr çarpıyor yüzüne. Yine de bu ahenkli yankı susturamıyordu kalbini. Uyruksuz, çaresiz, yalnız ve sürülerce insanın arasında yabani kalıyordu. Sahip olamadıkları mı acıtıyor Helen’i daha çok, yoksa sahip olduğunu sanıp hiç onun olmayanlar mı? Hayatı hep bir yerlere ulaşma niyetiyle geçmişti. Kronometre sesi büyürken içinde, Helen ilk defa tüm saatlerini durdurup ânı yaşamaya başladı. Yemek yemenin de uyumanın da zevk olduğunu yeni öğrendi. Bir daha görmeyeceğini bilmeden sevdiğini son kez kucaklamayı da…
Hayat, Helen’e şunu öğretecekti. Şamanlar gibi hiç veda etmeyecekti bundan sonra ve tekrar kavuşacağına inanacaktı. Yerlere de insanlara da anlara da… Özgür olacak, özgür kalacaktı. Bağımlılıkların yorduğunu ve yoracağını öğretecekti hayat. Ve Helen özgür bıraktıkça daha çok alacak, zorladıkça da kaybedecekti. İpini koparan Arap atı gibi doludizgin gitti önce, sonra ise duruldu. Bir şelalenin suyuyla yıkanıp temizlenirken arınmayı ve şifalanmayı seçti. Mor alev sardı etrafını. Saatlerce dans edip şarkı söyledi.